Mehmet BOZKURT


YERE DÜŞEN BARDAK

“İnsan unutmayı bir türlü öğrenemez. Hep geçmişe bağlı kaldığı için şaşar durur kendine. İstediği kadar yürüsün, zinciri ile birlikte yürür.” Nietzsche*


Bu zaten okumayı yazmayı sökmeye başlamış” dediklerinden, yaşıtlarımdan bir yıl önce ilkokula başlamışım.

Siyah Bodye’lerimizi giyer, beyaz yakalıklarımızı takar, elimizde çanta, okulun yolunu tutardık… Havalar soğuyunca da bazen yükümüz artardı. O yük de iki kolumuz üzerinde düşürmemek için titizlikle okula götürdüğümüz sobalık meşe odunlarıydı.

Artık ne kadar taşıyabilirsek…

Benim eğitmenim, Anamın ve Babamın da eğitmeniydi. Hasan Yıldırım.

Okumam pekiyi, yazmam pekiyi. Ancak aritmetik pek iyi değildi. Yaşımın küçük olmasından mı neydi, aritmetiği zor kavrıyordum. Okul hayatım boyunca da bu sıkıntı devam etti.

Sabahları okula giderken kitaplarımıza ek olarak, çantamızda bir bardak ve bir dilim de ekmek olurdu.

Sınıflarımıza girmeden önce sabahları bizlere bir bardak süt verilirdi.

Böylece sabah kahvaltısı yapmadan derslere başlamamış olurduk. Arkadaşlarla birlikte kahvaltı yapmanın keyfinden de mahrum kalmazdık.

Havaların soğuk ve yerlerin ıslak olmadığı zamanlarda, okulumuzun bahçesinde sırayla yere oturur Aga Dayı’nın gelmesini beklerdik…

Aga Dayı yaşlıydı. Eşiyle birlikte yaşardı. Hep güleryüzlü ve tatlı dilli idi. Bizlere iyi davranırdı. Biz de kendisini çok severdik. Her sabah bize sıcak süt getirmesini sevinçle beklerdik.

Aga Dayı, sırtında içi süt dolu büyükçe bir Güğüm, bir elinde içi dolu sıvı yağ şişesi ile okulun giriş merdiveninden göründüğünde, hemen kendimize çeki düzen verir, bardaklarımızı ve ekmek dilimlerimizi hazırlardık. Eğitmenimiz de: “Çocuklar dikkatli olun, üzerinize dökmeyin!” diye her seferinde bizi uyarmayı ihmal etmezdi. Hazır vaziyette, bir o kadar da dikkatli bir şekilde sıranın kendimize gelmesini heyecanla beklerdik…

O da sırayla ve büyük bir itinayla sıcak sütü taşırmadan bardaklarımıza doldurur, sıra yağa geldiğinde de yine aynı itinayla yağ şişesinden bir kaç damla ekmek dilimlerimizin üzerine damlatırdı.

Sıra bana geldiğinde, Aga Dayı:” Uzat baken baadanı” derdi. Ben büyük bir itinayla bardağımı öne doğru uzatırdım. Onu sıcacık sütle doldururdu. Buharları tüte tüte… Ondan sonra da “Uzat ekmeeni” derdi. Ekmek diliminin üzerine elindeki şişeden bir kaç damla yağ damlatırdı. “Bamaanla üstüne sür bakenüstüne damlatma! ” derdi. İşaret parmağımla ekmeğin üzerine yağı da bir güzel sürerdim. Aga Dayı yanımdakine geçtiğinde, ekmeğimden bir ısırık koparır ardından sıcacık sütümden bir yudum içerek sabah kahvaltıma başlardım.

Bardağıma gözüm gibi bakardım. Dedem bana kadeh şeklinde bir cam bardak almıştı. Kimsede böylesi yoktu. Herkesin gözü benim bardaktaydı. Kıskanırlardı. Ben de bu bardağımla kendimi ayrıcalıklı hisseder, onunla gururlanırdım.

Yine aynı şekilde yağlı ekmek dilimi yiyip süt içtiğimiz bir sabah, o kadar dikkat etmeme rağmen gözümden sakındığım bardak elimden kaydı ve yere düştü. Parçalanıp dağıldı… Kırılırken çıkan sesi herkes duydu. Okulun diğer çocukları yemeyi kesmiş, gözlerini açmış pür dikkat bana bakıyorlardı… Önce bir iki kıkırdama sesi duyuldu çevremden… Tam o anda okuldaki kızlardan birinden bir ses daha yayıldı etrafa… “ Elleme iyi oldu…” Eğitmenimizin:“Çocuklar yok bişey, önünüze bakın, yemeye devam edin!” uyarısıyla herkes önüne bakmaya çalışıyordu. Ancak, yan gözlerle bana baktıklarını hissediyordum.

İçindeki sütle birlikte yerde dağılmış halde bulunan bardağımın parçalarına bir müddet bakarken, çok üzgün ve mahcuptum. Herkes kahvaltısını bitirdiğinde eğitmenimiz : ” Çocuklar afiyet olsunŞimdi sınıflarınıza sırayla düzgün bir şekilde girin!” dedi. Bütün öğrenciler; oturduğu yerden kalktı, üstünü başını eliyle silkeledi ve sınıflarına doğru yürümeye başladı…

Ayağa kalkıp doğruldum. Üzerimi temizledim. Son defa başımı çevirip dökülen sütle çamurlaşan toprağa bulanmış olan bardağımın, yerde dağınık duran parçalarına tekrar baktım. Sonra onlardan geride kalmanın verdiği telaşla, hemen arkadaşlarımın peşine takılarak başım önümde, aklım kırılan bardağımda, sınıfıma doğru yürümeye başladım…

Kırık bardağım bana elde olan bir şeyle onur duyarken, onu kaybetmenin verdiği hüznü ve çevrenin verdiği tepkiyi öğretmişti!

Daha sonraki günlerde benim bardağımda diğerlerinin ki gibiydi. Bardak konusunda ayrıcalığım kaybolmuş ve eşitlenmiştim.

Mayıs ayının gelmesiyle birlikte her taraf yemyeşil olmuş, okulumuz yaz tatiline girmişti.

Biz de herkes gibi yaylaya çıktık.

Yaylada ekinler biçilecek, harman yapılacak, düvenle sürülecek, tınaz yapılıp savrulacak, buğday taneleri samanından ayrılacaktı. Samanlar samanlığa, buğdaylar da kalburda elendikten sonra taşı toprağı ayıklanıp Koca Pınar’a taşınıp yıkanacaktı… Sonra, serilip güneşte kurutularak, eve taşınıp Ambar’a doldurulacaktı…

Yazın iş çoktu.

Yazları sıcak ve güneşli olmakla birlikte bazen yağmur da yağardı.

Yaylada, açık ve sıcak günler devam ederken bir gün öğleye doğru hava bulutlanmaya ve bulutların rengi kararmaya başladı. Kulağıma, uzaktan gök gürültüsü sesleri gelmeye başlamıştı.

Öğleden sonra rüzgar şiddetini artırmaya, kararan bulutlar da kümelenmeye başlamıştı. Hava tamamen kapandı ve ortalık karardı. Tek tük damlamaya başlayan iri yağmur taneleri hızlanarak oluktan boşanırcasına akmaya başladı. Şiddetli rüzgarla birlikte göz gözü görmüyordu. Kulakları sağır edercesine şimşekler çakıyor, büyük bir gürültüyle birlikte ortalık aydınlanıyordu. Ben hızla hasırdan yapılmış yayla çadırımıza doğru koşmaya başladım. Önümde oluşan su birikintilerine ve çamura bata çıka çadıra ulaştım. Yağmur o derece şiddetliydi ki, üstüm başım ve çadırın etrafı su içindeydi. Sırılsıklam ıslanmıştım. Neyse ki artık çadırın içindeydim. İçeriye tek tük de olsa sular damlıyordu. O anda yalnızdım ve çok korkuyordum. Bir an yüksek bir gürültüyle birlikte çadırın içi parlak bir ışıkla doldu.Yakınlarda bir yere yıldırım düştüğünü anladım. Çünkü, daha önce de hep böyle olmuştu. Korkudan bir köşeye büzüldüm.

Bir müddet sonra yağmur azaldı ve tekrar güneş yüzünü göstermeye başladı. Çadırın örtüyle kaplı kapısını aralayıp korkuyla ve yavaşça dışarıya baktım. Bulutlar dağılmış, hava berraklaşmış, otların kokusu etrafa yayılmıştı.

Dışarı çıktım. Hem üzerimi kurutuyor hem de bu güzel manzaranın keyfini çıkarıyordum…

Bir müddet sonra Anam ve Babam, çalıştıkları tarlamızın diğer köşesinden çadıra döndüler. Onların gelmesi beni sevindirmiş ve rahatlamıştım.

Ancak onlarda, kötü bir haber almanın verdiği tedirginlik vardı. Anama çekinerek “ne oldu?” dercesine baktım. O da, üzüntülü bir ifadeyle beklemediğim bir cevap verdi: ” Oğlum, şimdi haber aldık. Size süt dağıtan Aga Dayı var ya…”

Biraz sustu ve devam etti:” Biraz önce yayla çadırlarına yıldırım düşmüş. İçindelermiş… Hanımıyla birlikte ikisi de ölmüşler, artık size süt dağıtamayacak. Çok üzüldük. Tarla komşumuz Gadı Dayı söyledi.” dedi.

Babam, Anamın sözü biter bitmez üzgün bir ifadeyle: “Allah rahmet eylesin. İyi insandı. Bi zararını göömedik.” Dedi.

Dünya başıma yıkılmıştı. İnanamıyordum. Bu nasıl olmuştu? Ölüm nasıl bir şeydi? Bize süt dağıtan o güler yüzlü insana ne olmuştu?

Bardağımdan sonra, demek Aga Dayı da yere düşmüştü… Ve ne yazık ki, hiç geri gelmeyecekti…

İçi dolu bir bardak ne zaman yere düşüp kırılarak parçalanıp dağılsa, hep o günler aklıma gelir. Bardağı düşürenin yüzünde oluşan biraz utançla karışık üzüntü ve suçluluğun oluşturduğu o çizgileri görmemek için genelde ona bakmamaya çalışırım. Gördüğüme şahit olup tekrar üzülmesin diye…

Kırılan bardağın çıkardığı o ses ise, sütçümüz Aga Dayı’yı alıp giden o yıldırım sesiyle bütünleşerek, bana tamiri mümkün olmayan bir şeylerin parçalandığını ve asla eski hallerine dönemeyeceklerini anlatır.

Kırılan yok olup gitse de, yaşanan o an ve yaşattığı duygu hiç yok olmaz, gölge gibi takip eder her daim beni …

Okul anılarım, Halkalı Şeker tadıyla devam edecek…

Kalın sağlıcakla…


Friedrich Nietzsche: 15 Ekim 1844 – 25 Ağustos 1900 tarihleri arasında yaşayan Alman filozof ve yazar.

 

NOT: Yazılarımı aynı zamanda aşağıya bağlantı adresini bırakacağım kişisel blogumda da görüntüleyebilirsiniz:

https://kuzyakabilisimtarihkultur.com/

YAZARLAR