Her ne kadar Resûlullah’ın sünnetinde insan ilişkileri bir sorumluluk zinciri olarak tarif edilse de bu sorumluluk, katı bir vazife ahlâkı anlayışına değil, imandan kaynaklanan ülfet, ünsiyet ve muhabbete dayalıydı. Hz. Peygamber, “Müminler birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet ve şefkat göstermede, tıpkı bir organı rahatsızlandığında diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateşle bu acıyı paylaşan bir bedene benzer.” (Müslim, Birr, 66) benzetmesi ile bu durumu en güzel şekilde dile getirmiştir. Ona ne kadar değer verdiğini göstermek için çocuğun kuşunun hatırını sormak, muhabbete sebep olacak şekilde aile fertleriyle şakalaşmak, onlarla güzel vakit geçirmek, dostlarla muhabbet edip eski günleri yâd etmek, karşısındaki insana onu sevdiğini söylemek, yeni bir arkadaş edinirken ona hem kendisinin hem de babasının ismini sormak, sadece tanıdığına değil tanımadığına da selâm vermek, Hz. Peygamber’in yaptığı ya da yapılmasını hoş karşıladığı davranışlardı. Resûlullah, toplumsal kaynaşmaya hizmet etmesi sebebiyle hem bayramlarda oyun ve eğlencelerin hem de diğer zamanlarda ok, at ve deve yarışı gibi yarışların tertip edilmesine de müsaade ederdi.
Sosyalleşmede ibadetlerin de önemli bir rolü vardır. Allah Resûlü’nün Medine’de ilk işi bir mescit yapmak ve herkesi orada toplamak olmuştur. O, günde beş kez insanları bir araya getiren camiyi sosyal hayatın merkezine yerleştirmiştir. Böylece namaz, inananları her türlü kötülük ve hayâsızlıktan alıkoyarak ahlâken güzelleştirdiği gibi onların birbirleriyle kaynaşmalarına ve iletişim hâlinde olmalarına da vesile olmuştur. Hz. Peygamber, ashâbını namazı yalnız kılmaktan ziyade cemaatle kılmaya teşvik etmiş, kadınların cemaate katılmalarına engel olunmamasını ve bayram namazlarına kadın erkek, büyük küçük herkesin iştirak etmesini, o günün coşkusunu paylaşmasını istemiştir.
Nitekim görme engelli sahâbî İbn Ümmü Mektûm, cemaatle namaza gelemeyeceğini belirterek kendisinden izin istediğinde de Resûlullah, ona ezanı işitip işitmediğini sormuş ve olumlu cevap alınca cemaate gelmesini söylemişti. O, engelli dahi olsa hiç kimsenin sosyal hayattan kopmasını, toplumdan uzak kalmasını istememiştir.
Kur’an’da pek çok defa namazla birlikte zikredilen zekât ibadeti, toplumun farklı kesimleri olan zenginler ve fakirler arasındaki uçurumu ortadan kaldırmayı hedefliyor, insanın bencillik duy gusunu körelten yardımlaşma ve paylaşma bilincini yerleştirmektedir. İftar sofralarında zenginle fakiri bir araya getiren oruç ibadeti ise bir lokma ekmeğe dahi muhtaç kimselerin hâlinden anlamaya vesile olduğu kadar kişiyi, insanlara karşı her türlü sözlü ve fiilî kötülükten alıkoyarak sosyal ilişkilerin daha da gelişmesine katkı sağlamaktadır. Yine hiçbir fark ve ayrıcalığın gözetilmediği samimi bir atmosferde insanları buluşturan hac ibadeti de bireyi ağırlıklı olarak bu açıdan eğitmektedir.
Allah Resûlü’nün insanlarla birlikteliği bir amaca yönelikti. Bir vazifeyi yerine getirecek, bir faydaya hizmet edecekse insanlarla hemhâl olur, değilse faydasız buluşmalardan, mânâsız konuşma lardan uzak dururdu. Efendimiz gevezelik eden, laf kalabalığı ile insanları etkisi altına almaya çalışanların kıyamet günü kendisine en sevimsiz görünen kimseler olacağını bildirmiştir. “Kim, görsün ler ve duysunlar diye iş yaparsa, Allah kıyamet günü onun maksadının gösteriş ve insanlara duyurma olduğunu ortaya çıkarır!”(Dârimî, Rikâk, 35) buyurarak herkes tarafından tanınmak, çevresini genişletmek, nüfuzunu artırmak, zenginliğini veya dindarlığını göstermek gibi gayelerle insan içine karışmanın hiçbir şekilde tasvip edilemez olduğunu beyan etmiştir. İnsanlarla ilişkiler samimiyet esasına dayanmalı, riya, ikiyüzlülük ve kibirden uzak olmalıydı. Zira bu şekilde davrananlar, sadece günah işlemekle kalmayıp aynı zamanda imanlarını tehlikeye atmış oluyorlardı. Nitekim Peygamberimiz (sav), riyanın az bir miktarının bile şirke benzediğine dikkat çekmişti.
Peygamber Efendimiz her ne kadar insanların arasına karışıp onlarla süregelen doğal ilişkiler çerçevesinde kimi zaman yıpranmayı, incinmeyi ama buna sabretmeyi prensip olarak öğretse de, topluma karışmaktan geri durduğu ve geri durulmasını tavsiye ettiği zamanlar da olmuştu. Her an Allah ile beraber olduğu için inzivaya çekilmek gibi bir ihtiyaç hissetmemişti ancak, senenin bazı günlerinde, özellikle Ramazan aylarında günlük hayatın meşgalelerinden uzaklaşarak itikâfa çekilmişti.
Allah Resûlü’ne göre insanlardan uzak durmayı gerektiren başka hâller de vardı. Eğer bir toplulukta günah işleniyor ve o günahı engellemenin imkânı bulunamıyorsa, kişi o ortamdan uzaklaşmalıydı. Nitekim Hz. Peygamber, kötü arka daşın demirci körüğüne benzediğini, kıvılcımıyla yakmasa bile kötü kokusuyla rahatsız edeceğini söyleyerek şerli insanlarla araya mesafe koymanın gerekliliğini hatırlatıyordu. Efendimiz, haklı olduğu hâlde bile tartışmaya girmekten kaçınan kimse için cennetten bir köşk verilmesine kefil olduğunu bildirmiştir. Bununla, kavga ve tartışma durumunda kişinin haklılığını ispat için sözü uzatmak yerine, karşısındakileri daha fazla incitmemek ve herkesin yanlışını anlamasına bir fırsat vermek adına oradan ayrılması gerektiğini vurgulamıştır.
Peygamberimiz, insanı eğiten bir süreç olarak sosyalleşmeyi teşvik etmekle beraber toplum hayatında dikkate alınması gereken hususlara da dikkat çekmiştir. Başkalarının evini gizlice gözetlemek, gizli konuşmalara kulak kabartmak gibi insanların mahrem hâllerini öğrenme amaçlı her tür davranışı şiddetle yasaklamıştır. O, başkalarına ait evlere ve diğer özel mekânlara girmeden önce izin istemenin gerekliliği konusunda son derece titizlik gösterirdi.
Allah Resûlü, zararlı ortamlardan uzak kalınmasını tavsiye etmekle birlikte hiçbir zaman münzevi bir hayat yaşamayı tercih etmemiştir. Onun sünneti ve yaşantısı bunu en güzel şekilde ispat ediyordu. Nitekim Mekke’de geçirdiği sıkıntılı yıllardan sonra Medine’ye hicret ederek zarar gördüğü ortamdan ayrılmış ama insanlardan uzaklaşmamış, başka bir toplumda hayatına devam etmiştir. Hatta Medine’de birbirine düşman olan iki kabile Evs ve Hazrec’i, sonrasında ensar ve muhacirleri kardeşleştirerek ve Medine Sözleşmesi ile Yahudilerle anlaşma yoluna giderek medenîleşme sürecinde önemli adımlar atmıştır. Bedevîliğin insanı kabalaştırdığına dikkat çeken Hz. Peygamber, bedevîleri de bu sürece dâhil etmiştir. Bunların hepsi, yani hicret, muâhât (kardeşleştirme) ve bedevîleri Medine’ye yerleştirme, medenîleştirme ve sosyalleştirme projesinin aşamalarıdır.
İnsanın sosyal bir varlık olduğunu göz ardı etmeyen Allah Resûlü, insan ilişkileri üzerinde titizlikle durmuş ve Müslümanları doğumdan ölüme kadar sosyal bir hayata teşvik etmiştir. Nitekim İslâm’da sosyal ilişkiler, bireyin kendisinden başlayarak aile, akrabalar, komşular, arkadaşlar, Müs lümanlar, zimmîler ve nihayetinde bütün insanlar olmak üzere halka halka genişleyerek kuşatmaktadır. Müslüman’ın her bir sosyal halka için ayrı hak ve sorumlulukları vardır ve İslâm bunlara tek tek dikkat edilmesini öngörmüştür. Bu halkaları koparacak, yok sayacak ya da zayıflatacak her türlü girişimi de yasaklamıştır. Günümüzde ise şehirler giderek kalabalıklaşmasına rağmen sosyal ilişkiler oldukça zayıflamış, modern hayatın getirileri insanı daha da yalnızlaştırmıştır. İnsanlar bir arada bulundukları hâlde âdeta aralarında görünmez duvarlar varmış gibi birbirleriyle iletişimden yoksun hâle gelmişlerdir. Hâlbuki Müslüman’a yakışan, insanlarla iyi ilişkiler içerisinde olmak ve böylece dünyayı gerçek anlamda yaşanılabilir hâle getirmektir. Zira Sevgili Peygamberimiz mümini şöyle tanımlamıştır: “Mümin cana yakındır. (İnsanlarla) yakınlık kurmayan ve kendisiyle yakınlık kurulamayan kimsede hayır yoktur.” (İbn Hanbel, II, 400)
KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM
