İKİNCİ BÖLÜM
( GEÇEN SAYIMIZDAN DEVAM )
Zaman, o sıcak ve hareketsiz öğle saatlerinde adeta salyangoz hızıyla, ağır aksak ilerliyordu. Etraf sessizleşmiş, sadece ara sıra sabırsızlanan eşeklerin o iç burkan anırmaları ve uzaklardan gelen bir horozun vakitsiz ötüşü duyuluyordu. Nihayet, o karanlık kuyunun dibinden yavaş yavaş, usul usul suyun yüzeye doğru yükseldiğini, o hayat dolu, gümüş rengi sıvının parıltısını gördük.
Heyecanla kovayı suya daldırdık ve o berrak ama ilk anda hafifçe bulanık görünen, hayat dolu, serin suyu yukarıya doğru çektik. Kova dolduğunda, o berrak suyun yüzeyinde hafif bir toprak rengi fark ediliyordu.
Öğrencim, o kıymetli, hayat dolu suyu eşeklerin sırtındaki o büyük kaplara doldururken, ince, bembeyaz, dantel gibi işlenmiş, narin bir tülbentten geçiriyordu.
"Toprak var içinde müdürüm," dedi mahcup bir ifadeyle başını hafifçe yana eğerek, "ama emin olun, birkaç dakika dinlendikten sonra içmesi çok güzeldir." Gerçekten de öyleydi. O ilk bakışta hafifçe çamurlu gibi görünen su, içtikçe insanın içini ferahlatan, boğazdan kayıp giderken bambaşka, o güne kadar tatmadığım, adeta sihirli bir lezzete sahipti.
Sanki Anadolu toprağının bereketi, o kadim coğrafyanın ruhu, güneşin sıcaklığı ve yağmurun serinliği sinmişti o suya. Her yudumda toprağın, güneşin ve emeğin o eşsiz tadını alıyordum.
Su kapları dolunca, o minik ama bilge rehberim önde, ben yorgun ama huzurlu adımlarla arkada, dönüş yoluna koyulduk.
Eşekler, sanki içlerinde görünmez birer pusula taşıyorlarmış gibi, o daracık, taşlı, yer yer kaygan patika yollardan, bir yanları derin ve ürkütücü uçurumlarla bezeli tehlikeli kenarlardan ustaca, hiç tökezlemeden, sanki yıllardır bu yolları arşınlıyorlarmış gibi ilerliyorlardı. Köye, lojmanların bulunduğu o sıcak ve güvenli yuvaya ulaştığımızda, içimde hem büyük bir fiziksel yorgunluk hem de o günkü beklenmedik maceranın verdiği tarifsiz bir huzur ve tatmin duygusu vardı.
Suları lojmanın bahçesindeki büyük, mavi plastik bidonlara özenle boşalttıktan sonra, o minik öğrencim bana dönerek, gözlerinde muzip bir parıltıyla, "Eşekleri serbest bırakın hocam," dedi, "onlar kendi evlerini iyi bilir, merak etmeyin kaybolmazlar." Ve gerçekten de öyle oldu. Her bir eşek, sanki görünmez bir iple çekiliyormuş gibi farklı yönlere doğru ilerleyerek kendi avlusuna, kendi sıcak, tanıdık ve güvenli yuvasına gitti.
O günkü yorgunluğum o kadar yoğundu ki, neredeyse iki gün boyunca yataktan kalkmakta zor-landım. Ama bu ilk gün yaşadığım o beklenmedik macera, o küçük öğrencimin şaşırtıcı bilgeliği, köyün kendine has, zorlu ama bir o kadar da sıcak yaşam tarzı ve o çetin coğrafyada yeşeren o güçlü dayanışma ruhu, zihnime ve kalbime derinlemesine, silinmez bir şekilde kazınmıştı.
Dört yıl boyunca büyük bir keyifle, adeta bir parçası olarak görev yaptığım bu güzel köyün, Ünür'ün o samimi insanları, gerçekten de Anadolu'nun o dillere destan misafirperver, sıcakkanlı ve her zaman yardıma hazır, kocaman yürekli insanlarıydı. Şehre ulaşım, o zamanlar köyün iki emektar, yaşlı aracı, Kara Ahmet'in her virajı dönerken ayrı bir ses çıkaran, dumanı tüten minibüsü ve Bayram'ın biraz daha yeni olan ama yine de yorgun, tozlu minibüsüyle sağlanıyordu.
Her sabah erkenden kalkan, yüzlerinde toprağın ve emeğin derin izlerini taşıyan, alınları kırışmış ama gözleri umutla parlayan köylüler, bu minibüslere doluşur, tarlalarına, bağlarına, bahçelerine, kısacası işlerinin başına giderlerdi. Ünür'de kaldığım o değerli, unutulmaz süre boyunca, yöreye özgü o lezzetli, tamamen doğal ve sağlıklı yiyecekleri de keşfetme, tatma ve onlara alışma fırsatım oldu.
Özellikle bahar aylarında yemyeşil kırlardan, dağların eteklerinden özenle toplanan o mis kokulu, hafif acımtırak madımak ve taze yemlik otlarını yemesini öğrendim. Öğleden sonraları köyün çalışkan, elleri hamur kokan, yüzleri güneşten yanmış kadınları, rengarenk, çiçek desenli başörtüleriyle ekin tarlalarına gider, bu şifalı otları büyük bir özenle, sanki değerli birer mücevher topluyormuş gibi toplarlardı.
Sonra o taptaze, mis gibi kokan otları, ocağın üzerinde ısıttıkları sacda pişirdikleri incecik, dumanı tüten, yumuşacık yufkanın içine bolca sarıp, yanına da ayran veya o doğal, hafif ekşimsi yoğurtla birlikte afiyetle yerlerdi. Onların o kadar iştahla ve keyifle yemeleri beni de derinden etkilemişti.
Hemen her gün ben de onlarla birlikte o doğal, lezzetli ve sağlıklı yiyecekleri tatmaya başladım. Yanında bir de o köyün doğal, hafif mayhoş, kıvamlı, buz gibi yoğurdu oldu mu, değmeyin benim keyfime. O sıcak, yumuşacık yufkayı adeta bir kaşık gibi yapıp, o serin, ferahlatıcı yoğurda banarak yemek, bambaşka, unutulmaz bir lezzetti. Buna sumak denirdi.
Bir de o meşhur kavurga vardı.
O mis gibi, insanın burnunu okşayan, ta uzaktan duyulan o kavrulmuş buğday kokusu. Köyün becerikli, hamarat hanımları, en taze, en kaliteli buğdayı büyük bir özenle seçer, temizler ve sonra o büyük, demirden, hafifçe kararmış sacın üzerinde, kısık ateşte, sürekli karıştırarak güzelce kavururlardı. İçine biraz da o yörenin meşhur çetene tohumundan attılar mı, tadına doyulmazdı.
Öğrenciler, o siyah önlüklerinin geniş ceplerini bu çıtır çıtır, mis kokulu kavurga ile doldurup gelirlerdi. Hele o kavrulmuş buğdayın sıcak, iç gıcıklayıcı kokusu, insanın ciğerlerine kadar işlerdi. Hemen bir öğrenciye seslenip, "Gel bakalım o güzel kavurgadan ver," derdim ve o minik, nasırlı ellerinden bir avuç alıp afiyetle yerdik. Köyde, o geniş ve uçsuz bucak-sız ovada neredeyse hiç ağaç yoktu.
Ama bu durum, o engin ve sonsuz gökyüzünün, özellikle de o muhteşem, insanın ruhunu okşayan gün batımlarının daha da belirgin ve etkileyici olmasına neden oluyordu sanki. Gökyüzü, her akşam adeta bir ressamın paletinden çıkmış gibi, kırmızının, turuncunun, morun ve pembesinin binbir tonuna bürünürdü.
Köyün dinamik, enerjik ve heyecan dolu gençleriyle sık sık o tozlu, engebeli topraklarda futbol maçları yapardık. O tozlu topraklarda, o taşlı, tümsekli arazide, terimiz birbirine karışır, omuz omuza mücadele eder, düşe kalka top koştururduk.
Herkesle sıcak, samimi, içten bir bağ kurmuştuk. Çevre köylere maçlara gider, karda kışta demeden, o çetin Anadolu kışının dondurucu soğuğunda bile büyük bir zevkle, kahkahalarla top koştururduk. O maçlar, sadece bir spor etkinliği değil, aynı zamanda köyler arası bir kaynaşma, bir dostluk, bir kardeşlik köprüsüydü. Köydeki düğünlerin en renkli, en coşkulu ve heyecanlı anları ise o yiğit pehlivanların kıran kırana mücadele ettiği güreş müsabakalarıydı.
Eğer bir düğünde o yiğit, güçlü pehlivanların o nefes kesen, kıran kırana mücadelesi olmazsa, o düğün adeta eksik kalırdı. Hatta o dondurucu kış aylarında, yer bembeyaz karla kaplı olsa bile, güreş alanına saman serpilerek bu köklü gelenek yaşatılırdı. O heyecanlı, nefes kesen güreşleri, köyün kadınları, erkekleri, yaşlıları, gençleri hep birlikte, büyük bir coş-kuyla, tezahüratlarla izlerlerdi. O davul zurna sesleri, o yiğitlerin naraları, o coşkun seyirci kalabalığı, unutulmaz, şölen havasında bir atmosfer oluşurdu.
Aradan tam otuz dört yıl gibi uzun bir zaman geçtikten sonra, o dördüncü görev yerim olan, kalbimde hala sıcak bir yeri olan Ünür'e tekrar gittiğimde, köy bambaşka, modern bir çehreye bürünmüştü. Sanki zaman, köyün üzerinden modernleşmenin hızlı rüzgarıyla geçmişti. Yeni, gösterişli, minareleri göğe uzanan camiler, modern, ışıl ışıl bir petrol ofisi, yenilenmiş, sıvalı ve rengarenk boyalı, iki katlı evler...
Ama o gözle görülür değişimin arasında bile, o toprağın o kendine has kokusu, o insanların o sıcak, samimi kalpleri hala derinden hissediliyordu. Ancak beni en çok duygulandıran, o yıllarda ilkokul sıralarında o saf ve neşeli halleriyle okuyan, şimdi ise vatan toprağı için canlarını feda etmiş olan iki kahraman öğrencimiz, Sadık Kızılkaya ve Selami Işık'ın o mütevazı şehitliklerini ziyaret etmek oldu.
O küçük, bakımlı şehitliklerinde, o kahraman, yiğit evlatlarımızın ruhlarına en içten dualarımı ettim. Bir an, o iki pırıl pırıl gözlü öğrencinin ilkokul sıralarındaki o saf, neşeli ve çalışkan halleri gözümün önünden bir film şeridi gibi geçti. Babalarıyla ne kadar samimi, ne kadar yakındık. Evlerinde kaç kez misafir olmuştuk. O sıcak sohbetler, o samimi gülüşler... Çankırı'ya geldiğimde, Şehit Sadık Kızılkaya'nın babası Arif Kuzılkaya'yı bir camide, öğle namazı sonrası buldum.
Hacıya gidiyormuş, orada önemli bir toplantısı vardı. Toplantıdan çıkıp yanıma geldiğinde, Arif Kuzılkaya bana öyle sıcak, öyle içten bir şekilde sarıldı ki, dakikalarca öylece, kelimeler kifayetsiz bir şekilde kaldık. Omuzlarındaki o tarifsiz yükü, o evlat acısının ne kadar derin, ne kadar onulmaz olduğunu o an daha derinden, yüreğimde hissettim. Vatan için, bayrak için o kınalı kuzuyu şehitler kervanına uğurlamak, her türlü acının, her türlü sözün ötesindeydi. Sadık'tan, o güzel öğrencimden, o unutulmaz yılların hatıralarından konuştuk.
Ama oğlunun şehit oluşu, Arif'in yüzünde derin, silinmez, acı dolu izler bırakmıştı. Sonra karşı karşıya, göz göze bakıştık, belki de beş dakika kadar hiç konuşmadan. O bakışlarda, o derin sessizlikte, ben nasıl bir büyük yük taşıdığını, bu yüce şehitlik mertebesinin ne kadar ağır geldiğini iliklerime kadar hissettim. Yüzündeki o derin çizgiler, sanki yılların değil, o tarifsiz evlat acısının eseriydi. Belli ki bu büyük kayıp, belini bükmüş, omuzlarını kamburlaştırmıştı.
O an içinden neler geçirdiğini tam olarak bilemiyordum, daha doğrusu kelimelere dökmekte zorlanıyordum. O vatan toprağına düşen her bir fidan, aslında bu milletin sönmeyen umudunun, bağımsızlığının ve geleceğinin en kıymetli teminatıydı. Onların o büyük fedakârlıkları sayesinde bizler bu topraklarda özgürce nefes alabiliyorduk.
O eski, şimdi biraz bakımsız kalmış lojmanın önünde durup, o geçen dört unutulmaz yılın muhasebesini yaptım. O tuzlu suyun tatlı hatıraları, o zorlu ama bir o kadar da sıcakkanlı, kocaman yürekli insanların samimiyeti, o ilk günkü eşeklerle su taşıma macerası, o köyün kendine has, sıcacık kültürü, o gençlerle yaptığımız tozlu futbol maçları, o coşkulu, unutulmaz düğünler...
Hepsi, yüreğimde hâlâ ilk günkü tazeliğini, sıcaklığını koruyordu. Ünür, bana sadece bir görev yeri değil, aynı zamanda unutulmaz dostlukların, sıcakkanlı insanların ve eşsiz, hayatıma yön veren deneyimlerin yaşandığı, kalbimin en derin köşesinde her zaman özel bir yere sahip olacak bir yuva olmuştu. O köyün her köşesinde, o samimi insanların her birinde, o kutsal vatan toprağının her karışında, kalbimden bir parça kalmıştı. Ve o kahraman, şehit evlatların hatırası, bu topraklara duy-duğum minneti ve sarsılmaz bağlılığı her zaman taze tutacaktı.
Basri GÜLER