Basri GÜLER- Emekli Öğretmen


TATLI SUDA EŞEKLER KARIŞTI


BİRİNCİ BÖLÜM
Çankırı'nın o sarp ve rüzgarlı yamaçlarında, zamanın unuttuğu bir köşede saklı kalmış gibi duran, Anadolu'nun bereketli bağrının derinliklerinde yer alan Ünür köyüne ilk kez ayak bastığım o anı hâlâ dün gibi hatırlarım. Sanki bambaşka bir zaman dilimine, modern dünyanın karmaşasından uzak, toprağın o kendine has, derin ve iç gıcıklayıcı kokusunun havayı yoğun bir şekilde sardığı, her şeyin kendi doğal ve yavaş ritminde aktığı bir dünyaya adım atmıştım.    
Müdür olarak atandığım o sevimli, tek katlı, bembeyaz badanalı ilkokul binası, dümdüz uzanan, sonsuzmuş gibi görünen altın sarısı rengindeki ovanın tam ortasında, göğe doğru gururla yükselen, etekleri  ormanlarıyla süslü heybetli dağların nazlı eteklerinde, tıpkı parıldayan, göz alıcı bir inci tanesi gibi duruyordu. Sabahın ilk, altın rengi ışıklarıyla birlikte okulun kireçle sıvanmış duvarları daha da aydınlanıyor, güneye bakan kırmızı kiremitli çatısı ise sanki sıcak, davetkar bir gülümseme gibi içimi ısıtıyordu.
Üç büyük, altı küçük, birbirine serpilmiş, dumanı tüten bacalarıyla şirin mi şirin mahallelerden oluşan bu sakin ve huzurlu yerleşim yeri, ilk bakışta sunduğu o sade ve gösterişsiz güzelliği, o derin ve tarifsiz dinginliğiyle içimi tarifsiz bir huzurla doldurmuştu. Okulun etrafını saran, tahta çitlerle çevrili yemyeşil, bakımlı bahçesinde yankılanan çocukların o neşeli, tiz ve hayat dolu çığlıkları, o günlerde lojmanımın içindeki hüzünlü ve alışılmamış sessizliğe umut dolu, iç ısıtan, tatlı bir melodi gibi yavaş yavaş yayılıyordu.
Gökyüzü, o engin, masmavi Anadolu seması, sanki üzerinde tek bir beyaz bulut parçası bile olmadan, sonsuzluğa uzanan bir mavilik sergiliyordu. Gündüzleri yakıcı, kavurucu güneşin altında adeta bronzlaşan toprak, geceleri ise binlerce, irili ufaklı parlayan yıldızın altında serin, gizemli ve kadifemsi bir örtüye bürünüyordu. Ay ışığı altında köy, sanki büyülü bir uykuya dalmış gibi sessiz ve huzurluydu.
Köyün en belirgin ve ilk dikkatimi çeken, adeta bir tezatlık oluşturan özelliği, o ilk bakışta billur gibi, pırıl pırıl akan çeşmelerinden akan suyun kesinlikle içilemeyişiydi.
Kaynağından buz gibi, tertemiz ve göz kamaştırıcı bir berraklıkta aktığına aldanılan o su, ağzınıza ulaştığı o ilk anda, beklenmedik, buruk, acımtırak ve hafifçe tuzlu bir tat bırakıyordu. Sanki toprağın derinliklerindeki yüzyıllardır saklı kalmış gizemli bir sırrı fısıldıyordu. Köylüler bu yüzden ona haklı olarak "acı su" adını vermişlerdi. Bu tuhaf ve zorunlu durum, Ünür'ün günlük yaşamında kendine özgü, nesilden nesile aktarılan, belki de çaresizlikten doğan güçlü bir dayanışma ve yaratıcı çözüm üretme kültürünün temelini oluşturmuştu.
İnsanlar, o hayati öneme sahip, her damlası kıymetli olan içme suyunu, köyden kilometrelerce uzaktaki, zamanın ve doğanın izlerini taşıyan eski, taş duvarlarla örülmüş kuyulardan, güçlü kuvvetli, sabırlı eşeklerin sırtında taşıdıkları, kimisi yörenin sert ve dayanıklı ağacından özenle oyulmuş, kimisi demirci ustalarının maharetli ellerinde şekil verilmiş o büyük ve ağır su kaplarıyla büyük bir zahmetle, çileli bir yolculukla getiriyorlardı. Bu uzun, yorucu ve dikkat gerektiren yolculuklar, köyün ortak hafızasında, nesilden nesile aktarılan, adeta bir destansı anlatıya dönüşmüştü. Her bir dolu su kabı, alın teriyle, sabırla ve büyük bir emekle yoğrulmuş bir hayat hikayesi gibiydi.
İşte o ilk, yabancısı olduğum, her şeyin yeni ve keşfedilmeyi beklediği günlerde, bir cumartesi sabahının henüz o serin ve nemli örtüsü tam olarak dağılmamışken, lojmanımın o eski, ahşap, hafifçe eğri kapısı telaşlı ve ısrarcı, sanki çok önemli, hayati bir haber getiriyormuş gibi bir dizi sert ve aceleci vuruşla çalındı.
Uykunun o tatlı, rehavetli sisi henüz üzerimden tam olarak kalkmamışken, merak ve hafif bir endişeyle araladığım kapının eşiğinde, okulun o her işe koşturan, fedakar, güler yüzlü ve yardımsever öğretmenlerinden, aynı zamanda köyün en saygın ve bilgili kişilerinden biri olan Mustafa Hoca'yı gördüm. Yüzünde hafif bir telaşın gölgesi belirgindi, yılların ve yorgunluğun izlerini taşıyan derin çizgileri daha da belirgin-leşmişti.    
Gözlerinde ise sanki çok önemli, hayati bir görevi tebliğ etmenin o ciddi, sorumluluk dolu ve kararlı ifadesi okunuyordu. "Hayrola Mustafa Hocam? Bu saatte bir sorun mu var?" diye sordum, uykulu bakışlarım merakla ne olduğunu anlamaya çalışırken yüzünde geziniyordu. Kapının hemen önünde, Anadolu'nun o kadim, cefakar yoldaşları, on tane heybetli, iriyarı, tüyleri hafifçe nemli eşek, sanki bir tören alayında kusursuz bir düzen içinde dizilmiş gibi sabırla sıralanmıştı.
Her birinin sağlam, deriden yapılma semerinde, özenle elde yapılmış, kimisi yörenin sert ve dayanıklı ağacından ustalıkla oyulmuş, kimisi demirci ustalarının maharetli ellerinde dövülerek şekil verilmiş, kocaman, bakır veyahut galvanizden yapılmış su kapları sallanıyordu. Bu kaplar, sabahın ilk, soluk ışıklarıyla hafifçe parlıyor, üzerlerindeki yılların ve uzun yolculukların sessiz tanığı olan emektar izler ise hüzünlü bir hikâye fısıldıyordu adeta.
Mustafa Hoca, o kendine has, boğuk ama aynı zamanda güven veren, toprağın derinliklerinden gelir gibi olan tok sesiyle aceleyle konuştu: "Müdürüm, bu emanetleri alıp, köyümüzün biraz uzağında, 'eski köy' dedikleri o ıssız, tepeye kurulu, terk edilmiş tarafta bulunan, etrafı yaban gülleri ve dikenli çalılıklarla çevrili içme suyu kuyularına kadar gideceksin. Bu can taşıyan, her bir damlası hayati öneme sahip olan bu kıymetli emanetleri sakın ola ki kaybetme ha! Ben de hemen ahırdan sağlam bir eşek bulup, aceleyle arkandan geleceğim."
Bu beklenmedik, adeta bir macera romanının heyecanlı başlangıcı gibi olan bu önemli görev karşısında yaşadığım o ani şaşkınlığın ve hafifçe beliren endişenin etkisini üzerimden çabucak atıp, ayağıma o en rahat, yıllardır benimle yol arkadaşlığı yapan, tabanı iyice aşınmış spor ayakkabılarımı hızla geçirdim.
Mustafa Hoca'nın kısa, net ve emredici talimatıyla, o sabırlı ve ağırbaşlı, sanki yüzyıllardır bu yolları arşınlayan eşeklerin peşine takıldım. Lojmanın hemen yanından başlayan, iki yanı kuru taş duvarlarla çevrili, yer yer otların ve yabani çiçeklerin arasından kıvrılarak ilerleyen daracık patika yollardan ilerliyorduk.
Eylül ayının o altın sarısı, yakıcı güneşi, henüz tam tepemize ulaşmamış olsa da, sıcaklığını yavaş yavaş, derinden hissettirmeye başlamıştı. Yol, ilerledikçe yer yer öyle daralıyordu ki, bir yanımızda derin ve ürkütücü, insanın baktıkça içini hafif bir ürpertiyle dolduran uçurumlar beliriyordu. Aşağıya, o sonsuz derinliğe baktıkça insanın başı dönüyor, ayaklarımın altındaki toprak daha da kıymetli, daha da güvenli hale geliyordu.
     O an, Anadolu insanının o çetin, acımasız doğayla iç içe, zorlu coğrafyaya inat nasıl bir yaşam mücadelesi verdiğini, her gün nasıl bir sabır ve metanetle hayata tutunduğunu daha derinden, iliklerime kadar hissettim. Her bir adımda toprağın o keskin, kendine has kokusu burnuma doluyor, yol kenarlarındaki taşların arasındaki inatçı minik otlar ve dikenli çalılar, bu zorlu topraklarda bile hayata tutunmanın sessiz ama güçlü çığlıkları gibiydi.

Biraz daha ilerleyince, eşekler, etraflarını saran ve sürekli vızıldayan inatçı sineklerden ve belki de o uzun ve yorucu yolun verdiği bıkkınlıktan rahatsız olmuş olacaklar ki, birden huysuzlanmaya, kulaklarını dikip kuyruklarını sallamaya ve beklenmedik bir hızla, sanki bir yarışa girmiş gibi koşmaya başladılar.

    "Eyvah, bu kıymetli, can taşıyan hayvanlar kaybolacak!" düşüncesiyle içimde beliren o ani korku ve panik dalgasıyla ben de arkalarından var gücümle, ciğerlerim yırtılır-casına, nefes nefese depar attım.
On beş dakika boyunca aralıksız, nefes nefese, ciğerlerim yanarcasına, ter içinde koştum ama o kalkmış yoğun toz bulutunun içinde dört nala giden, adeta rüzgarla yarışan o inatçı hayvanlara yetişmek imkansızdı.
Tozu dumana katarak, sanki bir hayalet sürüsü gibi hızla gözden kayboldular. O an içimde yayılan o derin panik dalgası, yerini yavaş yavaş derin bir çaresizlik, yoğun bir pişmanlık ve umutsuzluğa bırakıyordu. O kıymetli emanetleri, köyün geleceği için hayati öneme sahip o suyu taşıyan eşekleri kaybetmiştim. Daha göreve başlayalı birkaç gün olmuştu ve ben şimdiden büyük bir hata yapmıştım. Müdür olarak ilk görev günümde nasıl böyle bir dikkatsizlik göstermiştim?    
Mustafa Hoca'ya, köylülere ne diyecektim?
Yorgunluktan adımlarım gitgide ağırlaşırken, içimde büyüyen o derin umutsuzluk ve suçluluk duygusuyla, başım öne eğik, omuzlarım çökmüş bir şekilde, yavaş yavaş, adeta sürünerek kuyulara doğru yürümeye başladım. Her adımda pişmanlığım daha da artıyor, Mustafa Hoca'nın yüzündeki o endişeli, hayal kırıklığı dolu ifade gözümün önüne geliyordu.

Nihayet o son, keskin virajı döndüğümde, tepenin ardında, yan yana, özenle yığılmış iki tane gri, yosun tutmuş taşla örülmüş, ağızları karanlık ve davetkar kuyuyu gördüğümde, yaşadığım o ilk şaşkınlık hissi, yerini bambaşka, daha büyük, neredeyse inanılmaz bir şaşkınlığa bıraktı. Kuyuların başında yüzü aşkın, her biri Anadolu'nun ayrı bir çiçeği gibi birbirinden güzel, alınları terlemiş, elleri nasırlı, yüzlerinde o çetin yaşamın izlerini taşıyan Anadolu kadını ve genç kızı ile yüzlerce, belki de daha fazla eşek kalabalığıyla karşılaştım.

Her birinin yüzünde, o zorlu yaşam koşullarına rağmen yeşeren derin bir sabır, sarsılmaz bir metanet ve sıcak bir gülümseme okunuyordu. Rengarenk, el işlemeli başörtüleri, parlak işlemeli yemenileri ve geleneksel, rengarenk kıyafetleriyle adeta hareketli, canlı bir çiçek bahçesini andırıyorlardı. Eşekler ise, uzun yolculuktan yorgun ama sabırlı bir şekilde sahiplerini bekliyor, ara sıra huzursuzca kişniyor, toynaklarıyla toprağı eşeliyorlardı.
Kuyuların yanına doğru yaklaştığımda, okulun o pırıl pırıl, zeka dolu, meraklı gözleriyle her zaman dikkatimi çeken, her derste parmak kaldıran, zeki bir öğrencisi yanıma gelerek, o yöreye özgü tatlı, samimi ve içten şivesiyle, "Neye geldiniz müdürüm?" diye sordu.
Utanarak, mahcup bir şekilde ve çaresizliğimi gizlemeye çalışarak, "Suya geldim ama eşekler... eşekler karıştı, onları tanımıyorum. Bu kadar eşek arasında o emanetleri, bizim eşekleri nasıl ayıracağım?" diye kekeledim. Sesimdeki o çaresizlik tonu, sanırım o minik ama bilge öğrencimin dikkatini çekmişti.
O minik öğrencim, sanki dünyanın en basit ve sıradan işinden, her gün karşılaştığı bir olaydan bahsediyormuş gibi sakin, kendinden emin ve bilge bir edayla, "Ondan kolay ne var müdürüm," dedi. Gözlerinde zeki bir parıltı, dudaklarında ise hafif bir tebessüm vardı. "Gel ikimiz şu ulu, dalları göğe doğru heybetle uzanmış, gövdesi asırlık yosunlarla kaplı meşe ağacının serin ve davetkar gölgesinde biraz oturalım.
Köyümüzün bütün kadınları kendi eşeğini  iyi tanır. Onlar şimdi sırayla kuyudan o berrak sularını doldurup gidecekler. Geriye kalanlar, sizin getirdiğiniz eşeklerdir." O küçücük bedeninde saklı olan bu büyük bilgelik, bu pratik zeka karşısında hayranlığımı gizleyemedim. O an, Anadolu insanının zorluklar karşısında geliştirdiği o doğal zekaya bir kez daha hayran kaldım.
Ona güvendim ve dediği gibi yaptık.
O asırlık, gövdesi kalın ve çatallı, dalları gökyüzünü kucaklayan, yapraklarından süzülen güneş ışıklarıyla etrafı altın rengine boyayan ulu meşe ağacının serin ve gölgeliğinde oturduk ve sabırla, umutla beklemeye başladık. Ağacın yapraklarından süzülen hafif rüzgar yüzümü okşuyor, kuş sesleri etrafı tatlı bir melodiyle dolduruyordu. Gerçekten de o minik bilgenin dediği gibi oldu.
Bir süre sonra kuyunun başındaki o rengarenk, hareketli kalabalık yavaş yavaş azaldı. Her kadın, kendi tanıdık, sevimli eşeğinin yanına gidiyor, o büyük, bakır veya galvanizden yapılmış su kaplarını kuyudan büyük bir özenle çektikleri berrak ve serin sularla dikkatlice dolduruyor ve ağır ama kararlı adımlarla evlerinin, ocaklarının dumanı tüten sıcak yuvalarının yolunu tutuyordu.
Nihayet, güneşin etkisini iyice hissettirdiği, öğle sıcağının kendini iyiden iyiye hissettirdiği o saatte, on tane eşek, sırtlarında, ağırlığından dolayı yanlara doğru hafifçe eğilmiş su kaplarıyla yapayalnız kaldı. İçimde tarif edilemez bir rahatlama, büyük bir sevinç ve minnet duygusu hissettim. Omuzlarımdan büyük bir yük kalkmıştı sanki.
Emanetler kaybolmamıştı. Sonra o minik rehberimle birlikte kuyuların başına gittik. Suyu çıkarmak için ipe bağlı, eski, yıpranmış, yer yer çatlakları olan, paslı bir teneke kova vardı. Ama ne yazık ki, o kadar çok su çekilmişti ki, kuyuda su seviyesi neredeyse dibe inmişti. Kuyunun o karanlık ve derin dehlizlerine baktıkça, suyun o hafif serinliğini, o hayat veren nemini hayal edebiliyordum.
Öğrencim, sabırla, "Bekleyeceğiz mü-dürüm, birazdan su tekrar dolacak. Toprak anamız yine bize şifa verecek. Ondan sonra o kıymetli suyu doldururuz," dedi. Onun bu sakin, umut dolu ve toprağa olan derin inancı yansıtan sözleri beni de rahatlatmış, içime huzur vermişti. Bekledik.     DEVAM EDECEK
DEVAMI GELEÇEK SAYIMIZDA 
 

YAZARLAR