Bir araya geldiklerinde birbirlerini selamla karşılayan müminlerin arasında sevgi ve muhabbete dayalı bir gönül bağı oluşur. Allah Resûlü bunu şöyle dile getirmiştir: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi se veceğiniz bir iş göstereyim mi? Aranızda selâmı yayın.” (Müslim, Îmân, 93) Başka bir hadisinde de kin ve hasedin geçmiş ümmetlerin helâkine neden olduğu uyarısında bulunduktan sonra insanlar arasındaki sevgiyi pekiştirmek üzere selâmı tavsiye etmiştir. Bu nedenle Peygamber Efendimiz selâm vermeyi Müslümanların birbirlerine karşı başlıca görevleri arasında sayarken, kişinin tanımadığı kimselere de selâm vermesi gerektiğini özellikle vurgulamıştır. Nitekim kendisine İslâm'da hangi davra nışın daha hayırlı olduğunu soran bir zâta Allah Resûlü, “(Başkalarına) yemek yedirmen, tanıdığına ve tanımadığına selâm vermen.” diye cevap vermiş, (Buhârî, Îmân, 6) kişinin yalnızca tanıdığı kimselere selâm vermesini kıyamet alâmeti olarak nitelendirmiştir. Böylece Müslümanlar arasında selâmı yaygınlaştırarak, İslâm'ın hedeflediği sevgi ve kardeşliğe dayalı bir toplum oluşturma gayreti içerisinde olmuştur. İşte bu nedenle hicret ettiği yeni beldenin insanlarına selâmı yaygınlaştırmayı öğütleyerek kısa zamanda halkın birbirine kaynaşmasını sağlamış ve nesiller boyu inananlara örneklik edecek olan Medine toplumunun temellerini atmıştır.
Allah Resûlü, selâmlaşma üzerinde önemle durmuş, karşılaşan iki kişiden, önce selâm verenin Allah katında daha hayırlı olduğunu müjdelemiştir. Ayrıca birbirine dargın olup karşılaştıklarında konuşmayan iki müminden önce selâm verenin daha hayırlı olduğunu bildirerek selâmın, barışın anahtarı olduğuna dikkat çekmiştir.
Selâm vermeyi “sadaka” olarak nitelendiren Resûl-i Ekrem, kendi sağlığında selâmlaşmaya büyük önem vermiş, erkek kadın, genç yaşlı kimseyi selâmından mahrum bırakmamıştır. Özellikle kadınlara ve çocuklara selâm vererek ashâbına örneklik etmiştir. Selâm verirken uyuyan kimseleri uyandırmamaya özen göstermiş, bununla birlikte duyulduğundan emin olmak için olsa gerek selâmını bazen üç kere tekrarlamıştır. Kendisine gönderilen selâmı alarak selâmın sahibine de onu iletene de dua etmiştir. Ayrıca zaman zaman Medine'nin kabristanı Bakî'e gidip, “Selâm size ey müminler diyarı! Size yarın verileceği vaad olunan şey verilmiştir. Sizler bekletilmedesiniz, inşallah biz de size katılacağız. Allah'ım Bakî'de yatanlara mağfiret et.” diyen Allah Resûlü, âhirete göçen müminlere de selâm vermeyi Müslümanlar arasında bir âdet hâline getirmiştir. (Müslim, Cenâiz, 102)
Resûlullah, Allah Teâlâ'nın, “Evlere girdiğiniz zaman birbirinize, Allah katından mübarek ve hoş bir esenlik dileği olarak, selâm verin.” (Nûr, 24/61) emri doğrultusunda, müminlerin evlerine duayla girmeleri ve ardından selâm vermeleri gerektiği üzerinde önemle durmuştur. Küçücük bir çocukken kendisinin yanına verilen ve böylece nebevî terbiyeyle yetişme fırsatını yakalayan Hz. Enes'e verdiği bir öğütte bu selâmın değerini şöyle ifade etmiştir: “Yavrucuğum! Ailenin yanına girdiğin zaman selâm ver. Bu, senin ve ailen için bereket olur.” (Tirmizî, İsti’zân, 10) “Ey iman edenler! Kendi evleri nizden başka evlere, geldiğinizi hissettirip (izin alıp) ev sahiplerine selâm vermeden girmeyin. Bu davranış sizin için daha hayırlıdır.” (Nûr, 24/27) âyetinde belirtildiği üzere başkalarının evine girerken selâm vermenin ise ayrı bir önemi vardır. Zira asr-ı saadette, bugünkü gibi korunaklı kapıları olmayan oldukça mütevazı yapılı evlere girişte selâm vermek, içeridekilere birinin geldiğini haber vermeye yarıyor ve giriş için izin istemeyi ifade ediyordu. Nitekim sahâbeden Abdullah b. Büsr, Hz. Peygamber'in bir başkasının evine girişini anlatırken bu hususa dikkat çek miştir: “Allah Resûlü, birinin kapısına geldiği zaman kapının tam karşısında durmazdı. Sağa ya da sola çekilirdi ve "esSelâmü aleyküm, es-selâmü aleyküm." derdi. Çünkü o günlerde evlerin (kapıları) üzerinde perdeler yoktu.”
Resûlullah, kendisini görmeye gelenlerin de selâm vererek izin istemesi gerektiğini bildirmiştir. Selâmlaşmaya verilen önemi idrak eden ashâb da bu konuda hassasiyet göstermiştir. Hz. Peygamber'e bağlılığıyla meşhur sahâbî Abdullah b. Ömer'in alışverişi sevmediği hâlde yalnızca gördüğü kimselere selâm vermek için çarşıya çıktığı nakledilmiştir.
Allah Resûlü, küçüğün büyüğe, bir vasıta üzerinde gidenin yürüyene, yürüyenin veya ayakta olanın oturana, sayı bakımından az olan topluluğun çok olana selâm vermesinin uygun olacağını bildirerek ashâbına selâmlaşma âdâbını öğretmiştir. Topluluk içerisinden bir kişinin selâm vermesini ya da verilen selâmı bir kişinin almasını yeterli görmüş, bir topluluktan ayrılırken de selâmla ayrılmanın güzel olduğunu ifade etmiştir. Tuvalet ihtiyacını gidermekte olan veya bunun gibi uygunsuz durumlardaki kişilere selâm vermeyi yasaklamış, böyle bir vaziyette Allah'ın adını anmayı hoş görmediğinden hacetini giderirken kendisine selâm verenlerin selâmını almamıştır. Ayrıca Allah Resûlü, ilk dönemlerde namaz kılarken selâma karşılık vermekteyken, sonraları namaz kılan kimsenin selâma karşılık vermesini uygun bulmamıştır. Bu nedenle ezan okumak, kâmet getirmek veya hutbe vermek gibi bir meşguliyet içerisinde bulunanlara selâm vermek uygun görülmemiştir.
İslâm'da “selâm”, barışın ve güvenin sembolü, iyi niyetin göstergesidir. Müslümanlar, bu güzel ve anlamlı sözcükle birbirlerine selâmetin kaynağı olan Allah Teâlâ'nın korumasını dileyerek en güzel duayı yapmakta, bu duadan âhirete göçen kardeşlerini de mahrum bırakmamaktadırlar. Aynı şekilde hiç göremedikleri Rahmet Elçisi ile salât ve selâm yoluyla gönül bağı kurmakta, kendilerine çok düşkün olduğunu bildikleri o Sevgili Elçi'ye muhabbetlerini ve iyi dileklerini arz etmektedirler. Onun öğrettiği Tahiyyât Duası'yla da bütün müminler için selâmet dileyerek sevgi ve kardeşliğe dayalı örnek İslâm toplumuna yaraşır şekilde hareket etmekte, namazlarını da nûrânî dostları olan meleklere selâm vererek ve Rablerinin “selâmetin kaynağı” olduğunu ikrar ederek bitirmektedirler.
Müslüman hayatında oldukça geniş yeri olan ve pek çok mânâyı içine alan “selâm”ın günümüzde bu değerini kaybetmeye başladığı görülmektedir. Bireyselliğin ön plana çıkıp insanî ilişkilerin ve paylaşımların giderek azalmasıyla selâmlaşma âdeti de toplumsal hayatta işlevsiz hâle getirilmiştir. Mahallelerin tek bir ev sıcaklığını yaşadığı günler geride kalmış, artık insanlar bırakın tanımadığı kimselere selâm vermeyi tanıdıklarını bile görmezden gelmeye başlamıştır. Böylece birbirlerine giderek yabancılaşan insanların ilişkilerine de samimiyetsizlik ve güvensizlik hâkim olmuştur. Hâlbuki sevgi, saygı, kardeşlik temeline dayalı, refah ve medenî bir toplumun oluşturulması, bireyler arasındaki güvene ve samimi iletişime bağlıdır. Bunun için de iletişimin ilk basamağı olan selâmlaşmanın, ister birtakım güzel sözlerle olsun ister bedensel hareketlerle olsun, mutlaka yaygınlaştırılması gerekir.
Kişinin tanıdığı insanları hoş sözlerle karşılaması, iki tarafın da birbiri için iyi temennilerde bulunması aralarındaki muhabbeti artırır. Bütün iyi dilekleri içine alan ve dua vesilesi olan “selâm” lafzının kullanılması ise ilişkilere ayrı bir rahmet ve bereket kazandırır. Tanımadığı kimselere selâm veren kişi de, karşı tarafa güven vermiş ve samimiyetini ifade etmiş olur ve böylelikle sağlıklı ve dostane ilişkilerin temeli atılır. Sokağa çıktığında kendisini iyi dileklerle karşılayan, gülümseyen birilerini görmek bireye rahatlık ve huzur verir, onu yalnızlıktan kurtararak kendisiyle barışık olmasına katkıda bulunur. Böyle bireylerden oluşan toplumun da ilerlemeye ve gelişime açık, sağlıklı bir toplum olması kolaylaşır.
KAYNAK : HADİSLERLE İSLAM