Vaiz Ömer Faruk EKİCİ


MÜKELLEFİYET İNSANÎ YÜKÜMLÜLÜK


             Yüce Yaratıcı insanı topraktan var etmiş, onu en güzel şekilde yaratmış, işitme, görme, akletme, düşünme kabiliyetleriyle donatmıştır. Aceleci ve hırslı bir tabiatı, yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökebilecek bir potansiyeli vardır. Ancak Yüce Allah ona değer verip kendi ruhundan üflemiş, onu yeryüzünün halifesi kılmış ve ağır bir insanî yükümlülükle onu baş başa bırakmıştır: “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” Âyette geçen “emanet”, insanın bedenî, ruhî, dinî ve ahlâkî bütün vecibe ve yükümlülüklerini dile getiren önemli bir kavramdır. İnsan bu emaneti yüklenmekle kendi fıtratına, toplumdaki insanlara, çevresindeki varlıklara ve Yüce Allah’a karşı birtakım yükümlülükleri olduğunu kabul ve itiraf etmiştir. Bu, bir bakıma onun yeryüzündeki varlık nedenidir. İnsan yüklendiği emanet ve mükellefiyet sayesinde bir yandan varlıklar içinde özel ve seçkin konum elde ederken, diğer yandan bu mükellefiyetin gerekleri konusunda ağır bir yükün altına girmiştir.

 

            Aslında yerde ve gökte olan her şey, kısaca tüm mahlûkat Yüce Allah’a lisan-ı hâlleriyle ibadet etmekte, hamd ve tesbihle O’na karşı yükümlülüklerini yerine getirmektedirler. Bu meyanda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Görmedin mi, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde etmektedir.” Hâl böyle iken yerdeki ve göklerdeki her şey kendi hizmetine sunulan, gizli ve açık binlerce nimete sahip olan insanın Rabbine kulluk etmemesi, O’na karşı yükümlülüğünü yerine getirerek tazimini göstermemesi düşünülebilir mi? Yüce Allah, kendisine kulluk edebilme kabiliyetini insan fıtratına yerleştirmiş, hayatın ve ölümün, ‘kimin daha güzel işler yapacağını sınamak için’ var olduğunu beyan etmiştir. O, insanın yalnızca iman etmesinin, kurtuluşuna ve Allah katında mükâfata nail olmasına yetmeyeceğine dikkatimizi çekerek, “İnsanlar sadece ‘inandık’ demeleriyle bırakılacaklarını ve imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?” buyur muştur.

            

            İslâm, her konuda olduğu gibi ibadet hayatında da dengeli ve tutarlı davranmayı tavsiye eder. Dinimiz, güç yetiremeyecekleri işler ve ibadetlerle insanları sorumlu tutmaz. Bu çerçevede Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de kulları için zorluk değil kolaylık istediğini, hiçbir kimseye gücünün yettiğinden fazla yük yüklemeyeceğini, herkesi ancak gücünün yettiği kadarıyla sorumlu tutacağını beyan etmiştir. Sevgili Peygamberimiz de, “Güç yetirebileceğiniz amelleri yapmaya gayret ediniz.” buyurmuştur. Eşi Hz. Âişe’nin hiç uyumadan namaz kılan bir kadını kendisine tanıtması üzerine de, “Olmaz ki! Gücünüzün yettiği kadar ibadet edin. Allah’a yemin olsun ki, Allah usanmaz da siz usanırsınız. Allah katında ibadetlerin en değerlisi, sahibinin devamlı yaptığıdır.” diyerek insanları güç yetiremeyecekleri ibadetlere kalkışmamaları gerektiği konusunda uyarmıştır.

            

            Yüce Allah, bir kimseyi ancak ona verdiği ile yükümlü kılar. Peygamberimizin, “İnsan, hesap günü, hayatını nerede tükettiğinden, servetini nasıl kazanıp nerede harcadığından, ne gibi işler yaptığından, bedenini nasıl yıprattığından ve bildiklerini yaşayıp yaşamadığından sorguya çekilmedikçe Allah’ın huzurundan ayrılamaz.” hadisi bu yargıyı destekler. Yani zengin olmayan bir Müslüman, zekât, hac, kurban, sadakai fıtır gibi malî gücü gerektiren ibadetlerle; sağlığı elverişli olmayan bir Müslüman oruç gibi sıhhati gerektiren ibadetlerle mükellef olmaz. Namazda ayakta duramayan bir kimse ayakta durmakla, su bulamayan veya bulup da kullanma imkânı olmayan bir kimse de abdest ya da gusülde azalarını yıkamakla mükellef değildir.

            

            Dinimiz, insanın, iradesine bağlı olmayan durumlardan dolayı ibadetlerini ifa edememesini, geciktirmesini veya eksik bırakmasını da mazeret saymıştır. Bu durumu Sevgili Peygamberimiz, “Allah, yanılarak, unutarak ve zor kullanılarak yaptıklarından dolayı ümmetimi sorumlu tutmaz.” sözüyle açıklamıştır.

            

            Diğer taraftan Sevgili Peygamberimizin, “Yüce Allah, dile getirmedikleri ve yapmadıkları müddetçe, içlerinden geçirdikleri şeylerden dolayı ümmetimi sorumlu tutmaz.” hadisine göre, kişiye içinden geçirdiği hâlde yapmadığı işlerden dolayı bir vebal yoktur.

 

            Yüce Allah insanı yalnızca kendisine kulluk etmesi için ve kulluk edebilecek kabiliyette yaratmış, aklı başında ve ergen olan her mümini farz ibadetleri yapmakla sorumlu tutmuştur. Kişinin ibadetle mükellef olmasının çerçevesi, ibadete güç yetirebilmesi ile çizilmiştir. Dinimiz bu bağlamda hiç kimseyi gücünün yetmediği ibadetlerle sorumlu tutmamış, akıl, idrak ve iradeyi ibadetle mükellef olmanın şartlarından saymıştır. Bu nedenle kişinin, akletme ve idrak kabiliyetinin bulunmadığı uyku, baygınlık, delilik, çocukluk gibi durumlarda ibadetle mükellefiyeti kaldırılmış; aynı şekilde kişi unutma, yanılma ve başkası tarafından zorlanma sebebiyle yerine getiremediği ibadetlerden dolayı da sorumlu tutulmamıştır. Fakat böylesi durumlar için Kâinatın Efendisi ve müminler, Yüce Yaratıcı’ya şu şekilde yakarışta bulunmuşlardır: “Ey Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.”

 

            Kaynak: Hadislerle İslam

YAZARLAR