Mehmet BOZKURT


KUM TANELERİNİN SAYISI…

“Yaratıcılık, bir şeyleri birbirine bağlamaktır. Yaratıcı insanlara bir şeyi nasıl yaptıklarını sorduğunuzda, kendilerini biraz suçlu hissederler çünkü aslında bunu onlar yapmamıştır, onlar sadece bir şey görmüştür.” Steve Jobs*


Sevgili okurum,

İlk atalarımızdan bu yana hayallerimiz hiç bitmedi.

Hayallerimiz aşklarımızı, aşklarımız diğer mutluluklarımızı doğurdu.

Mutluluğa uzanan hayallerimiz, başka umutların peşine düştü.

İhtiyaçlar giderildikçe başka ihtiyaçlara yönelindi.

Ancak ihtiyaçlar bitmedi , hayallerimiz de bitmedi.

Çünkü, ihtiyaçlarımız kadar hayallerimiz de sınırsızdı.

“Önce hayaller ölür, sonra insanlar.” demişti Shakespeare*

Demek ki insan varsa hayali de vardı.

Hangimizin yok ki?

Ancak, her hayal sorusuyla birlikte geliyordu.

Bu hayal nasıl gerçekleşecek?

Nasıl? Ne şekilde? Ne zaman? Nerede?…

İlk insanın hayali, karnını doyurmak için iyi bir av ve olumsuz hava koşullarından saklanabilmek için kullanışlı bir barınaktı. Barınaklar, çoğunlukla mağaralardı.

Karnı doyuyordu. Ama başka hayalleri de vardı.

Karın doyurmak için avlanmak iyiydi. Başkaları da avlanıyordu. Ancak, av bulmak gittikçe zorlaşıyordu. Artık daha uzaklara gitmek gerekiyordu. Yorucuydu.

Bunun bir çözümü olmalıydı. Hayalini zorladı. Aklını kullandı. Ve çözümü buldu.

Bu hayvanları avda öldürmek yerine, besleyebileceğini yakalayıp evine yakın bir yerde üretmeye başladı.

Bu işlemi, buğday gibi diğer tahıl, sebze ve meyveler için de gerçekleştirdi. Kendi ekip biçmeye başladı. Öyle ki, artık kendi ihtiyacından fazlasını üretebiliyordu.

Peki. fazlasını ne yapacaktı?

Hayalinde bu sorunun cevabını aradı. Ve buldu. Depolayıp stokladı. İhtiyacından fazlası ile değiş tokuş yaptı, ihtiyacı olanı da başkalarından aldı.

İnsanlar çoğaldıkça sosyal ilişkiler arttı ve topluca yaşamaya başladılar. Köyler bu şekilde oluştu.

Kendi aralarında ticaret başladı.

Bu hayallerin gerçekleşmesi başka soruları beraberinde getirdi. Aldıklarının ve verdiklerinin hesabını nasıl yapacaklardı?

“Ne kadar buğdaya, kaç koyun aldım?” sorusunun cevabı net olarak bilinmeliydi.

Kaç ölçü, kaç sayı?

Sayı saymayı bilmek gerekiyordu. Yoksa hesap yapılamıyordu.

İlk önce toprağın içine sıra sıra oluklar çizdi. İçine taşlar yerleştirdi. Bir müddet bunlarla işini görmeye çalıştı. Ancak kullanışsızdı.

Daha sonra bilye büyüklüğünde metal toplar yaptı. Hatta hayal gücünü zorladı, bu topları boncuktan yapmaya başladı. Bunlar daha düzgün ve daha kullanışlıydı. Bir müddet de bunlarla idare etti.

Olmuyordu. İstediği gibi değildi. Ancak, umudu tükenmiyordu. Bunun da çözümünü bulmalıydı. Hayalini zorladı.

Aradan yüzyıllar geçti.

Kullanışlı, basit ve istenilen yere taşınabilir, toplama, çıkarma, bölme ve çarpma yapılabilen bir araca ihtiyaç vardı. M.Ö. 2000’li yıllarda Çinli bilgeler araştırma ve çalışmaları sonucunda sorunun cevabını buldular. Bu aleti icat ettiler. Adına da “suan-pan” dediler. Hesap tablası demekti.

Böylece insanoğlu ilk hesap makinesiyle tanışmış oldu.

Denizaşırı ticaret yapan tüccarlar bile bu hesap makinesini kullanmaya başladılar, gittikleri ülkelere bu kullanışlı makineyi yaydılar. Zamanla tüm dünyaya yayıldı.

Ticaret erbabı yüzyıllar boyunca bu makineyi kullandı.

Günümüzde kullanılmasa da, çoğumuz bir yerlerden adını duymuşuzdur.

Hatta bazıları bu makineye “dünyanın ilk bilgisayarı” der.

Tahta çerçeveli, boncuk ve tellerden oluşan bilgisayar!..

Bizler buna Abaküs diyoruz.

Abaküs, yıllarca matematikçilerin ve tüccarların temel hesap makinesi oldu.

Bundan sonraki yıllarda daha gelişmiş bir hesap makinesinin bulunması için kaldıraç görevi gördü.

İnsanoğlunda hayaller ve araştırma ruhu bitmiyordu. Hayallerini gerçekleştirmek için çalışmalar yapmaya devam etti. Her yeni nesil, önceki neslin yapısına bir tuğla da kendisi ilave ediyordu.

Kim olduğunu, nereden geldiğini, niçin burada olduğunu yaşadığı dünyayı, gündüzleri ışık saçan güneşi, geceleri bir tül gibi üzerini örten yıldızları hatta evreni merak ediyor, sürekli düşünüyordu. Araştırıyor, deneyler yapıyordu.

En önemlisi sorguluyordu.

Bu nedenle de Sokrates*; “Sorgulanmamış bir hayat yaşamaya değmez.”diyordu.

Sorgulamalar sonucu, felsefe, coğrafya, matematik, mekanik, fizik, kimya ve astronomi gibi çeşitli bilim dalları oluştu.

Felsefenin neredeyse hiç sınırı yoktu!

Metafizik, evren ve gerçeklik inceliyor,

Mantık, geçerli bir sav oluşturmanın yollarını arıyor,

Epistemoloji, bilgiyi ve bilgi edinme yollarını inceliyor,

Estetik, sanatı ve güzelliği inceliyor,

Siyaset, siyasal hakları, hükümete ve yurttaşlara düşen rolleri inceliyor,

Etik, ahlakın ve nasıl yaşamak gerektiğini inceliyordu.

Artık insanoğlu dünyanın haritasını çıkarabildiği gibi, gezegen ve yıldızların nasıl oluştuğunu ve hareket ettiklerini hesaplayabilen aşamaya gelmişti.

Ancak, astronomların kafasını iki soru sürekli kurcalıyordu.

“Yıldızlar gerçekten pek uzaktalar mı?”

“Evreni kim ölçebilecek?”

Bu soruların cevabı bulunamamıştı.

Bir bilge vardı ki, bu soruların cevabını biliyordu.

Bu soruların cevabını bulacak bilge, en zor matematik ve mekanik meselelerini çözen Arşimet’*ten başkası değildi.

Zamanının savaşları için en etkili mancınıkları yapıyor, balkonlu, koridorlu, jimnastik salonlu, bodrumlu ve hatta değirmenli gemiler yaparak yüzer şehirler gibi limanlara demirliyordu. Yaptığı gemilerin bordalarında bir şehrin kale duvarlarındaki gibi kuleler yükselirdi. Böylesine büyük gemiler yapabilmek için usta olmanın yanında mühendis olmak da gerekiyordu. Bu büyük gemileri Arşimet olmadan suya indiremiyorlardı. Bunun için bilgenin yardımı gerekiyordu. Dev gemilerin etrafına bileşik kaldıraç ve makaralar sistemi kuruyor, yüzlerce el yardımıyla da ağır gemileri rahatça suya indirebiliyordu. Bu, onun için çözülmez bir sorun değildi. Çünkü kaldıraç yasalarını bulan zaten kendisiydi.

Mısır’da tarlaları sulamada kullanılan “Arşimet Burgusu”, daha sonraları İspanya’da maden ocaklarında da kullanılmaya başladı.

Özgül ağırlık hesaplamalarını rahatça yapabiliyordu.

Kendisiyle ilgili aşağıdaki hikaye anlatılır.

Bir gün, Arşimet’in de yaşadığı şehirdeki en usta kuyumcular hükümdara altından bir taç yaparlar.

Ancak zamanın hükümdarında şüphe uyanmıştır. Kendisine yapılan taç, saf altın olmayabilir! Kuyumcular, altına gümüş karıştırmış olabilirler!

Arşimet’i çağırır ve der ki;

“İşte tacım, bunda ne kadar gümüş olduğunu anla, yanlız tacımı bozma!”

Bu zor bir meseledir. Bilge, geceli gündüzlü düşünür. Yemek yerken, gezinirken, herkes uykuda iken, hatta hamamda bile, aklı fikri hep bu meselededir.

Bir gün hamama gittiğinde, kafasına parlak bir fikir gelir ve hükümdarın sorusunun cevabını bulur.O heyecan ve seninçle üzerine bir şeyler giymeyi unutur ve çırılçıplak evine doğru koşmaya başlar. Hem koşar bir yandan da“Buldum! Buldum!” diye bağırır. Haliyle sokaktakiler, bilginin bu halini şaşkınlıkla seyretmektedirler.

Gerçekten bilge, meselenin çözümünü bulmuştur.

Arşimet, yavaş yavaş banyoya girdiğinde su banyonun kenarlarından taşmaya başlar. Bu da kendisine, bir defa da tacı su dolu bir kaba batırmayı düşündürür. Taç suya batırılınca suyun bir kısmı taşar. Bunun üzerine aynı ağırlıkta bir altın külçesi bulup aynı şeyi tekrarlamayı düşünür. Eğer saf altının taşırdığı su tacın ki kadarsa, taç saf altındandır. Fazlaysa taca gümüş karıştırılmıştır. Çünkü gümüş, altından hafiftir.

Ve öyle de yapar.

Deney sonucunda altına gümüş karıştırıldığını anlar. Arşimet, her ikisinden de taşan suyu tartarak, taçta ne kadar gümüş olduğunu hesaplar.

Herkes şaşar. En çok şaşan da hırsızlardır.

Çünkü bunlar çok usta kuyumcular oldukları için, dünyada kimsenin altına gümüş karıştırıldığının farkına varılamayacağını düşünmektedirler. Bilimin gücü ve aklın kuvveti hesaplarında yoktur. Onlar için ustalık, daima önde gelir.

Arşimet hırsızları ortaya çıkarır ama, ne yazık ki ne zaman Arşimet’ten söz açılsa aklımıza hep banyo gelir!

Bunu gören hükümdar çevresindekilere: “Bundan sonra Arşimet ne derse ona inanılmasını istiyorum!” der.

Yaşadığı devirde, en küçük ölçü birimi kum tanecikleri idi.

Ve bilge, evrene ne kadar kum taneciği sığabileceğinin hesabını yapıyordu. Bunun hesaplanabilir olduğunu ispat etti. Hükümdara adadığı, bir eser yazdı.

Eserinin adı: “Kum Tanelerinin Sayısına Dair”di.

Bir yanda bu tür çalışmalar devam ederken, diğer yanda düşman orduları bilgenin bulunduğu şehri ele geçirme hazırlıkları yapıyordu.

Roma imparatoru Marcellus’un ordusu, Sicilya’nın Syrauzai şehrini iki yandan kuşatmıştı. Şehir halkı çok korkuyordu. Çünkü Roma askerleri çok güçlüydü.

Hazırlıklar sona ermiş ve savaş başlamıştı.

Arşimet’in savaş araçları, düşman ordusuna karşı harekete geçmiş, çeşitli oklar ve büyük taşlar korkunç bir hız ve gürültüyle düşman askerlerine doğru uçuyorlardı. Düştükleri yeri yıkarak düşman saflarını bozguna uğratıyorlardı.

Denizde duvarlardan ansızın eğri koçbaşlar havaya kalkıyor, demir pençeleriyle gemileri burnundan kaldırıp ters çevirerek batırıyorlardı. Mancınıkların fırlattığı taşlar, Roma ordusunun gemilere yerleştirdiği mancınıkları, darmadağın ediyordu. Roma ordusunun gemileri dağılmıştı. Koca Roma ordusu, Arşimet’in yaptığı silahlara güç yetiremiyordu. Ve Roma ordusu geri çekildi.

Romalılar kararlarından vazgeçmiyorlardı. Bir müddet sonra şehri tekrar abluka altına aldılar. Uzun bir ablukadan sonra, şehrin içinde oluşan zengin ihanet şebekelerinin yardımıyla düşman ordusu, bilgenin yaşadığı şehri ele geçirdi. İhanet, zayıf Romalıyı güçlü yapmıştı.

Ve Romalı askerler, şehre dalarak şehir halkını kılıçtan geçirmeye başladılar.

Arşimet’in kapısına dayanmaları fazla zamanlarını almadı. Düşman askeri odaya girdiğinde, yatağına uzanmış, önünde üç ayaklı bir masanın üzerindeki kum serilmiş tahtada çalışmalar yapan bilgeyi gördü. Bilge, bu kumların üzerinde geometrik direler çiziyordu. Aniden büyük bir hışımla odasına giren Romalı askerin, başının üzerinde sallanan kılıcının parıltısını farketti.

Yavaşça başını askere doğru çevirerek sakin bir sesle : “Dairelerime dokunma!” dedi.

Kendini unutarak aklını fikrini bilime veren bilgenin son sözü sadece bu oldu.

“Dairelerime dokunma!”

Cahil Romalı askerin, bilim umurunda bile değildi. Bir zafer edasıyla odadan hızla ayrıldı.

Çizdiği dairelerin üzerine yüzüstü düşen bilgenin cansız bedeni, kum taneciklerini odanın sağına soluna sıçrattı. Daireler, bilgenin kanıyla ıslanarak boyandı.

” Bana bir dayanak noktası verin, dünyayı yerinden oynatayım.” diyen adamın cansız bedeni, masanın üzerinde öylece kalakaldı…

Ancak fikirleri ölmemiş, günümüze kadar ulaşmıştı.

Matematikte önemli sayılardan olan Pi sayısını keşfeden ve önemli icatları bulunan bilginden bu güne 9 eseri ulaştı.

Denge Üzerine, İkinci derecede Paraboller, Küre ve Silindir Yüzeyi Üzerine, Spiraller üzerine, Yüzen Cisimler Üzerine, Dairenin Ölçülmesi, Sandreckone ve Mekanik teoremler Yöntemi

Yaşadığı çağın çok ötesinde olan ve o çağda anlaşılmayan bazı fikirleri ise ancak 19.yüzyılda anlaşılabilmişti.

Habersiz kalmayın sağlıcakla kalın.


 

*Steve Jobs: (Steven Paul Jobs) 24 Şubat 1955’te San Fransisco’da doğdu. Dijital Dünya Çağını başlattı. Apple’nin kurucusudur. 2011 yılında pankreas kanserine yenik düştü.

*Sokrates: M.Ö. 469 – 399 yılları arasında yaşayan Antik Yunanlı bir filozoftur. Matematik, geometri, astronomi ve politika bilgisi ile felsefe konularında eğitimler vermiştir.

*Arşimet: ( Archimedes) M.Ö. 287 – 212 yılları arasında yaşayan Antik Yunanlı matematikçi, fizikçi, astronom, filozof ve mühendistir.

*Shakespeare: (William Shakespeare) 26 Nisan 1564 – 23 Nisan 1616 tarihleri arasında yaşayan İngiliz şair ve oyun yazarı.

 

NOT: Yazılarımı aynı zamanda aşağıya bağlantı adresini bırakacağım kişisel blogumda da görüntüleyebilirsiniz:

https://kuzyakabilisimtarihkultur.com/

YAZARLAR