Mehmet BOZKURT


KÖY ODALARI

“Eğer yarasına merhem sürüp önüne biraz dünyalık koymayacaksan, kırıp geçiren yılın darlığı içinde, zavallı yoksula “Nasılsın?” deme!” SADİ*


Evimize yakın olan Köy Odası’na dedemle beraber ben de giderdim.

Odanın ana kapısından içeriye girildiğinde abdestlik (lavabo*) vardı. Abdestlik raflarına ise tencere ve tabaklar döşenmişti. Giriş alanının bir köşesine sobada yakılmak için odun ve çıralar istiflenmişti. Bu giriş alanından içeriye açılan kapıdan da odaya girilirdi.

Odanın kapısı açıldığında, kapının sağında bulunan duvarın kapıya yakın yerinde duvara çakılı bir çiviye tutturulmuş Orman Takvimi asılı olurdu. Takvim yaprakları ayrılıp dağılmasın diye de kartonuyla beraber sekizlik tavan çivisiyle çakılarak sağlamlanırdı. Böylece yapraklar ayrılıp dağılmazdı. Odaya her gittiğimde o günün takvim yaprağını koparıp okurdum.

Yaprağın ön yüzünde, miladi yıla ek olarak Rumi ve Hicri yılların gün ve ayları belirtilirdi. Hızır’ın kaçıncı günü olduğu da yazılıydı. Vasati Namaz Vakitleriyle, o güne ait bir de ünlü sözü veya deyimler olurdu. Arka sayfasında ise değişik genel kültür bilgileri vardı.

Oda içinde etrafı ısıtan bir odun sobası, duvar kenarlarında oturmak için divanlar ve gelen misafire özel yatak, yorgan, yastık ve çarşaf gibi malzemelerin bulunduğu bir yüklük vardı. Yerler ise hasır ve kilimle döşeliydi. Üzerlerinde ise oturmak için bir kaç şilte bulunurdu. Odanın karşısına düşen duvarın penceresi ise Sarıkız’a (radyo) ayrılmıştı. O hep oradaydı. Onun başlıca görevi ajans vermek ve türkü dinletmekti. Sair zamanlar genelde kapalıydı.

Haber vereni ve türkü söylenin kim olduğunu merak eder, içerisini görebileceğim yerlerine gözümü iyice yaklaştırır içine bakardım radyonun… Bir kaç tel ve parlayan demirden başka hiç bir şey göremezdim sonuçta…

Ajans saatinde herkes susar onu dinlerdi! Gün boyu da ne dediyse o konuşulurdu çoğunlukla…

Odanın bakımı gereçleri ve misafirle ilgilenmek, dedemle birlikte Sağırın Hasan Dayı, Çakıcı Mustafa Dayı ve Gadı Mustafa Dayı’ya aitti. Bu kişiler odaya gelen misafirin yeme içmesinin karşılanmasından sırayla sorumluydular. Misafir için bizim evden ve diğer sorumlulardan yemek götürülürdü. Odanın altında bulunan dam ise misafirin yük hayvanı için ayrılmıştı. Hayvanın samanı, yemi ve buna benzer ihtiyaçları da karşılanırdı. Karşılanan bu ihtiyaçlar karşılıksız olup, hiç bir ücret alınmazdı. Misafirin kim olduğu da önemli değildi. Gelen Tanrı misafiriydi… Herkese açıktı oda kapısı…

Odada birilerinin olduğu, odanın penceresine vuran ışıktan anlaşılırdı. Gaz lambasının yanık olması en büyük işaretti. Yandığına göre odada misafir vardı ve hemen onunla ilgilenilmeliydi!

Misafirin olmadığı zamanlarda da akşam yemeğinden sonra dedemle birlikte bir kaç kişi daha odada toplanır, sobayı yakar ve sohbet ederlerdi. Kışın havaların karlı ve çok soğuk olduğu zamanlarda köy camisine gitmeyip yatsı namazlarını, ramazan ayında da teravihi odada kılarlardı.

Muhabbetin bol olduğu bir yerdi odamız. Birlikte akşam yemeği de yenirdi bazen. Tavşan kebabı yediğimizi hatırlıyorum. Beni de uyarmışlardı bir keresinde… “İçinden Saçma çıkar, dikkat et!” diye…

Köyümüzde, üç köy odası daha vardı camiye yakın yerlerde. Oraların sorumluları da ayrıydı.

Köy odaları, Türk misafirperverliğinin önemli bir göstergesiydi…

Ayrıca, insanların bir araya gelip sosyal  ve ekonomik sorunların tartışıldığı ve çözüme ulaştırıldığı yerlerdi.

Bu odalarda doyumsuz sohbetler yapılır, insanlar birbirleriyle kaynaşırdı.

Köye gelen misafir, yolcu, çoban gibi insanlar hiç çekinmeden bu odalara alınır bu odalarda köylüler tarafından en güzel şekilde ağırlanır ihtiyaçları giderilirdi. Misafirin kendini, kendi evinde gibi hissettirilmesi için büyük çaba gösterilirdi. Misafiri ağırlamak oda sahibi için büyük bir onurdu. Hatta babadan oğula bu konaklama ve ağırlamanın devamı için vasiyetlerde bulunulup öneminin ne kadar büyük olduğu anlatılır, unutulmaması sağlanırdı.

Bu odalara yolları düşenler o odaların sıcaklığını, samimiyetini ve paylaşımını görerek bu sevgiye ortak olurlardı. Bu odalar, sevgi ile kurulup sevgi ile diğer insanların hizmetine sunulmaktaydı…

Artık yoklar!..

Tek tük kaldılar Anadolu topraklarında…

İçini dolduran o dönemin insanları bir bir gidince bu dünyadan, sonrakiler pek ilgilenmedi onlarla…

Yıkıldılar birer birer.

Kiminin yıkık duvarları, kiminin de sararmış resimleri kaldı…

Bir kültürün üzeri de örtüldü gitti sonunda…

Koruyamadık atalarımızdan kalan o mirası da…

Diğerleri gibi onları da bize ait olmayan yabancı bir kelimenin içine hapsettik…

“Artık nostalji* oldular” dedik!…

Tıpkı koruyamadığımız diğerlerine dediğimiz gibi…

Değişim çarkının dişlileri arasında ezilip ufalandılar birer birer… Toz olup dağıldılar ve zamanın rüzgârı savurdu hepsini bir tarafa…

O günlerin kerpiç odaları daha bir sıcaktı şimdiki beton duvarlardan…

Kucaklayıverirlerdi şefkatle, tıpkı o günün insanları gibi…

Şimdi o beton duvarlar ve onların arasında kalan bizler, beton soğukluğuna hapsolduk. Duvarların arasındaki demirler ise daha bir aşılmaz yaptı onları…

Geçilmez kaleler, aşılmaz duvarlar yapıp hapsolduk içlerinde…

Güvenli hapislik!..

İçimizde ördüğümüz duvarların soğukluğu ve sertliği ile, dışımızda örülen duvarlar yarışıyor artık günümüzde…

Bu gidişle bu yarışın finişi*(!) daha sert olacak gibi!..

Kalın sağlıcakla…


*Şeyh Sadii Şirazi: 1210 – 1292 yılları arasında yaşayan Fars şâir ve İslam âlimi.

*Nostalji: (Fransızca nostalgie) Geçmişte kalan güzelliklere olan özlem duygusu ve bu duygunun baskın bir duruma gelmesi, geçmişseverlik.

*Finiş: (İngilizce finish) Bitme, varış.

*Lavabo: (Fransızca lavabo) Üzerinde su muslukları bulunan, porselen, emaye, sac vb.nden yapılmış, el, yüz, bulaşık yıkamaya yarar, çukur yer veya eşya.


NOT: Yazılarımı aynı zamanda aşağıya bağlantı adresini bırakacağım kişisel blogumda da görüntüleyebilirsiniz:

https://kuzyakabilisimtarihkultur.com/

YAZARLAR