Beytü’l-Makdis’e kadar olan ve Kur’an’da gece yürüyüşü anlamına gelen “İsrâ” kelimesiyle karşılanan yolculuk, semaya yükselişle yani “Mi’rac” ile devam etti. Yine Allah Resûlü yedi kat semanın her katında, peygamberlerden biriyle buluştu. Bu buluşmalar, hem şahsı ve hem de davet taktiği açısından, ifadeye dökülenlerden daha fazla anlam içermektedir. Zira yaşanan bu tecrübe, Allah’tan vahiy alan peygamberlerin, görevi açısından birlikteliğini ortaya koymakta; dolayısıyla müntesiplerini asgarî müşterekte birleştirmeyi hedeflemektedir. Bu yolculuğun sonunda Hz. Peygamber, mânâ âleminde Yüce Allah’ın huzuruna çıkmış; O’ndan bazı emirler almış ve birtakım ödüllerle de huzurdan ayrılmıştır. Allah Resûlü, zaman ve mekândan münezzeh olan Rabbi ile buluşmayı insanın idrakine sunarken de şüphesiz dilin imkânlarını kullanmıştır. Bunu insanî eylemlerle karıştırmamak gerekmektedir. Sadece zaman ve mekânla iliştirildiği takdirde anlama imkânı bulunan insana, anlatmanın bir aracı olarak yani idraki kolaylaştırmak için söz konusu figürlere başvurulmuştur. Nitekim Ebû Zer, Resûlullah’a, “Rabbini gördün mü?” diye sormuş, Hz. Peygamber de, “O bir nur, O’nu nasıl göreyim!” buyurmuştur. Huzura çıkan Elçisi’nin Rabbini görüp görmediği merak edilmeye ve tartışılmaya başlanınca, Hz. Âişe, “Her kim Muhammed Rabbini gördü derse yalan söylemiştir. Zira Allah, "Gözler O’nu göremez..." (En’âm, 6/103) buyurmaktadır.” açıklamasını yapmıştır.
Âyet-i kerimelerde yedi kat sema ifadesi kullanılmış; semanın her katı Hz. Âdem’le başlayan ve Hz. Muhammed’le biten tevhid geleneğinin önemli isimlerinden biriyle buluşmaya sahne olmuştur. Öncelikle kabul edilen sema algısı ortaya konulmalıdır. Bu amaçla âyet-i kerimelere baktığımızda, her şeyin yaratıcısı olan Allah Teâlâ, semayı yedi kat olarak tanzim etmiştir. Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar da Allah’ı tesbih etmektedir. O, yedi göğü tabaka tabaka yaratmış, onların arasında herhangi bir uyumsuzluk olmadığına dikkat çekerek şöyle buyurmuştur: “Rahmân"ın yaratışında hiçbir uyum suzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun?” (Mülk, 67/3)
Rivayetlerdeki anlatıma göre insanlığın atası Hz. Âdem’le birinci kat semada karşılaşılır. Cebrail Hz. Peygamber’le birlikte huzura vardığında, yanındakinin kim olduğu sorulur. Cebrail, “Muhammed” cevabını verdiğinde, “O gönderildi mi?” diye sorar Hz. Âdem ve farklı katlarda karşılaştığı diğer peygamberler. O soru ve verilen cevap, Hz. Âdem’le başlayan nübüvvet geleneğine dikkat çekmekte, öte yandan hem melekût âleminde hem de insanlardaki beklentiye vurgu yapmaktadır. “O gönderildi mi?” Bu, önemli bir sorudur. Zira Son Peygamber’e atıfta bulunduğu gibi kıyametin yaklaştığına da dikkatleri çekmektedir. Nitekim karşılaşılan peygamberlerden Hz. İbrâhim, Hz. Musa ve Hz. İsa ile kıyamet hakkında müzakereler yapmışlardır.
Bu, risâlet zincirinin son halkası olarak Hz. Muhammed’in bir bütüne ait olduğunu, diğer bir ifadeyle Efendimizin Hz. Âdem’in, Hz. Musa’nın ya da Hz. İsa’nın iletmek istediği mesajı tebliğ etmekle yükümlü bir peygamber olduğunu anlatmaktadır. Ona iman edenler de söz konusu nübüvvet geleneğinin bir halkası olarak gelen hiçbir peygamberi ayırt etmemiş, birini diğerinden üstün tutmamış, hepsine iman etmişlerdir. Âyet-i kerimede bu durum şöyle ifade edilmiştir: “Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri; Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler ve şöyle dediler: "O’nun peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz..." ” (Bakara, 2/285-286) Bu ilâhî gerçeğin bilincinde olan Hz. Peygamber, Beytü’l-Makdis’te ayağını diğer peygamberlerin bastığı yere bastığını bildirmiştir.
Bu noktada duyarlılık oluşturacak insanî birtakım unsurlara da dikkat çekilmiştir. İnsanların içerisinde bulunduğu küfür ve inançsızlığın, ataları Âdem Peygamber’i üzdüğü vurgulanmıştır: “Birinci kat semaya yükseltildiğim zaman baktım ki orada bir zât duruyor. Sağında birtakım karaltılar solunda da birtakım karaltılar gözüküyor. Bu zât sağına baktığında gülüyor, soluna baktığında ağlıyordu. Bana dönerek, "Hoş geldin salih peygamber, hoş geldin salih evlât." diyerek beni selâmladı. Ben, Cebrail’e onun kim olduğunu sorunca, "Bu Âdem"dir. Sağındaki ve solundaki karaltılar da onun çocuklarının ruhlarıdır. Sağındakiler cennetlikler, solundakiler de cehennemlik olanlardır. Bu nedenle sağına bakınca mutlu oluyor, soluna bakınca da üzülüyor." açıklamasını yaptı.” (Müslim, Îmân, 263)
Hz. Peygamber yaşadığı bu metafizik tecrübeyle sahipsiz olmadığına olan inancı ve güveni tazelenmiştir. İbn Abbâs’tan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber Mi’rac’a çıktığı zaman beraberinde büyük topluluklar bulunan peygamberlerin yanında, etrafında birkaç kişi olan ve hatta hiç müntesibi olmayan peygamberler görmüştü. Sonunda büyük bir kalabalık görmüş ve bunların kim olduğunu sormuştu. “Musa ve kavmi.” demişler, “Fakat başını kaldır ve bak.” diye eklemişlerdi. Başını kaldırdığında Peygamber Efendimiz, ufku tamamen kaplamış bir kalabalık görmüştü. Ona, “İşte bunlar senin ümmetindir.” demişlerdi. (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 16)
Etrafındaki bir avuç insanla ölüm kalım mücadelesi veren Hz. Peygamber için bunun anlamı çok farklı idi, bu bir müjde idi. Nitekim Peygamberimiz de bunu böyle algıladı. Zira Rabbi, âyetlerinden bir kısmını açık bir şekilde göstermişti. Ancak bu olayın anlatımında farklı bir dil kullanılmıştır. Bir gün için elli vakit olarak belirlenen namaz, Hz. Peygamber’in münâcâtıyla beş vakit olarak tespit edilmiştir. Ancak burada her namaz için on kat sevap verileceğine yapılan vurgu anlamlıdır.
Mi’rac yolculuğunda, kendisini ziyarete gelen habibini boş çevirmeyen Yüce Allah ona birtakım hediyeler vermiştir. Elli olarak belirlenen namaz, beş vakit olarak takdir edilmiş ama elli namaz değerinde kabul edilmiştir. Bakara sûresinin son iki âyeti orada vahyedilmiş, ayrıca ümmetinden Allah’a şirk koşmayan günahkârların bağışlanacağı müjdesi verilmiştir.
Öte yandan, temaşa edilen cennet ve cehennemdeki birtakım manzaralar İslâmî eğitimin bir aracı olarak da kullanılmak istenmiştir. Meselâ, Hz. Peygamber, Mi’rac esnasında bakırdan tırnaklarıyla kendi yüzlerini ve bağırlarını tırmalayan bir topluluk görmüştü. Onların kim olduğunu sorduğunda, “Bunlar gıybet etmek suretiyle insanların etlerini yiyen ve onların şereflerine saldı ran kimselerdir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 35) cevabını almıştı. Karınları yılanlarla dolu ve ev kadar şişkin olan insanları gördüğünde onların kim olduğunu sormuş, kendisine onların faiz yiyen insanlar olduğu bilgisi verilmişti.
KAYNAK : HADİSLERLE İSLAM
