Çarşamba günü geçen haftaki hutbeyi irdelemeyi bu hafta yapacağımızı söylemiştik. Sizi de, kendimi de ödevlendirmiştim. Şahsen ben görevimi bu yazım ile yerine getirmiş olacağım. Ödev neydi diyenler, geçen hafta ya yazı hayatı olarak yeni tanıştıklarımız yada geçen haftayı es geçenlerdir. Ama merak etmeyin. Bu hafta da okusak geçen haftadan çok şey kaybetmiş olmayacağız. Nitekim dinlemenin faziletlerinden bahsetmiş, bu yolla da bu haftaya zemin hazırlamıştık. Dinlemek ve dinlenmek istiyorsak, doğruyu kabul etmek istiyor ve doğru olarak anlaşılmak isteniyorsak önce uzun uzun dinlemeyi bilecek sonra da kısa kısa anlatarak dinlenilmeyi bileceğiz. Geçen haftaki konunun özetini siyah puntolar ile yazmış da olduk.
Bazı camilerde “Mü’min mescitte, sudaki balık gibidir; münafık mescitte kafesteki kuş gibidir.” hadisi yazar. Arapça yazar bu yazı. Caminin içinde herhangi bir yazı olmasına karşı olsam da; yazının camiye girerken uygun bir yere asılması mü’mini bulunduğu ortam hakkında düşündürmesini sağlayacağından faydalı olacaktır. Bu minvalde (doğrultuda) bu söz ile; caminin içi bizler için balığın suyun dışında hayatını sürdüremeyeceği misali huzur ortamı, dünyalıklara kısa bir süre ara ve toplu halde Allah’a dua ettiğimiz mekan olmalı değil midir? Bunun tam zıddı camiler bizim için, kafesteki kuşun bedenen ve ruhen sıkıştırıldığı ve nefes almasının güçleştirildiği misali sıkıntılı mekânlar mı olmalıdır? Ki münafıklar böyle hissetmektedir. Burada bedenen ve ruhen camide mutluluğu hissetmek ve sadece Allah’a ibadet için camide bulunmak çok önemlidir.
Camilerde din adamlarının dili, üslupları ve haltavırları da, camiye gelen cemaati olumlu veya olumsuz etkileyen en önemli etkenler bence. Anlatılan konunun içeriği de çok önemli. Sadece hayatta kötülükler var ve kötülüklerin cezası için elde sopa ile bekleyen, cezacı melekler varmış gibi konuları seçer isek konunun dinlenme şansı daha az olmaz mı? Küçüklüğümüzde cehennem hakkında o kadar çok şey bilirdik ve cehenneme götüren o kadar sebep vardı ki; cehennem kaçınılmazdı da hedefimiz; daha az yanmaktı. Bu anlayış benim fark ettiğim son on yıldır değişmiş gibi. Halbuki; cennet de var ve kalbinde zerre (en ufak kırıntı) miktarı iman olan cennete gitmeyecek mi? Hz. Peygamber müjdeleyin demiyor mu?
Hakkını yemeyelim: sadece din alanında değil sağlık, sosyal ilişkiler, oyun gibi bir çok alanda etrafımıza korku duvarları örülüyordu. Tavsiye niteliğindeki her cümle “eğer günah işlersen Allah taş eder, eğer soğuk su içersen boğazın yarılır, eğer tanımadığın kişilerle konuşur isen alır kaçırırlar. (şimdi olsa ne yaparlardı o zamanın insanları bilemem!)” ile başlar ve arkasından somut tehditler sıralanırdı. Bu ortam öğrenmeye elverişli olmadığı gibi insan psikolojisini bozan ve eğitim adına olumlu sonuç alabileceğimiz ortamlar değildi. “ Ha… şimdi çok mu iyi?” sorusunun cevabı için bakınız ileriki haftalara derim. Ama ikinin ortası mükemmele yakın olur diye düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Türkiye’de son on yıldaki bu noktadaki gelişmeler eğitimcinin tavırları ve eğitimin içeriği hakkında önemli ve olumlu gelişmeler kaydetmesini sağladı. Başka noktalarda daha fazla sıkıntıya yol açmadı mı? Bunu da biraz önceki bakınıza ekledim gitti.
Konumuza gelince… başlığı bile çarpıcı; ihsan bilinci: kulluğun zirvesi. Yaklaşımdaki olumluluğu fark ettiniz değil mi? Zirve… Ulaşılabilecek üst nokta. Neyin zirvesi? Allah’a olan en büyük vazifenin yani kulluğun zirvesi. Öbür dünyaya, uhrevi aleme hazırlığın zirvesi. İhsan : Müslümanın Allah’ın kendisini her an gördüğü, takip ettiğinin bilinciyle yaptığı işi en güzel şekilde yapması ve karşılıksız iyilikte bulunması. Yani başlık kısaca şu anlama geliyor: Allah’a kulluk borcunun ödenmesinin en güzel yolu, karşılıksız, Allah’ın kontrolünde, iyilikte bulunmaktır.
“İhsanın başı, ibadette ihlası kuşanmaktır. Yalnızca Allah’a ibadet etmek ve sadece O’ndan yardım dilemektir. İhsan, aynı zamanda güzel ahlaka sahip olmaktır. Doğruluk ve dürüstlükten ayrılmamak, Rabbimizin yarattığı her varlığa iyilikte bulunmaktır. Nihayetinde ihsan, müminin mesleğini en güzel şekilde yapması, işini hakkıyla yerine getirmesi, görevine sadakatle bağlı kalmasıdır.” Ne kadar hoş cümleler değil mi? Çok ciddi bir iddia olacak ama; bu cümleler toplumumuzdaki davranışsal bozuklukları yarı yarıya düzeltecek cümleler. Samimi söylüyorum toplumumuzun % 70’i hatta %60’ı bu cümlelerin gereğini yapsa toplumun maddi ve manevi huzura kavuşması içten bile değil.
“İhsan bilinciyle yaşayan mümin, namazını kendine miraç kılar. Zekâtıyla kazancını manevi kirlerden arındırır, malını bere ketlendirir, kardeşliğini pekiştirir. Orucuyla kendisini kötülüklerden korur, bedenini ve ruhunu şifaya kavuşturur.”
“İhsan bilincini kuşanan mümin nezaket sahibidir; kimseyi incitmez. Güvenilirdir; emanete ihanet etmez, kul ve kamu hakkına tevessül etmez. Takva sahibidir; yalan ve iftiraya, gıybet ve dedikoduya, kin ve hasede hayatında asla yer vermez.”
Yukarıdaki tavsiyelere bırakın Müslümanları diğer din mensuplarından ve dinsizlerden hangi kesim itiraz edebilir? Peki bunları hem uygulamada hem teoride İslam dini dışında hangi din aynı mantıksal örgü içinde ve bütün olarak ele alabilmiştir. Aynı zamanda büyük oranda ve yüzyıllar boyu somut örnek olabilmiştir. Siz de hutbeyi okuduysanız ve/veya dinlediyseniz etkilen memeniz taş kalpli olmanızı gerektirir. En sonunda Mescidi Aksa’ dan bahsetmesi ve özellikle her ramazanda Müslümanın kutsal üç mescidinden birine ve ibadet edenlerine saldırıları kınaması ve topluca dua etmemizi sağlaması hutbe nin canlılığını ve dikkat çekiciliğini sağlıyor bence.
Kadı kızında da bulunur nevinden tek fakat önemli bir eksiklilten bahsetmek isterim. Malumunuz ramazan ayı. Müslümanın sevap kapılarından en büyüğünün zekatın ve fitrenin ayı. İhsanın gereği, başlıktaki kulluğun zirvesi; kazandığından verebilmek değil midir aynı zamanda? Mal varlığımızdan harcamak, sanki Allah’ın mülkünde her şey kendi malımız ve kazancımız, hepsi Allah’ın takdiri değilmiş gibi düşünerek; fakire, düşküne, yolda kalmışa, borçluya ve ayette geçen sınıflara yardım etmek zor geliyor. Halbuki Allah isterse bir buçuk dakikada neyimiz var ise almıyor mu? Yakın, çok yakın tarihte buna şahit olmadık mı? Dolayısı ile hutbede bu konuya bu kadar da mı yer verilemezdi?
Belki bu konuya hem diyanet hem biz döneriz. Bizim dönecek konularımız çoğaldı ama Allah nasip ederse yazarız da okuruz da…
Kalın sağlıcakla…
Bayramınız mübarek olsun.
