MCBÜ Demirci Eğitim Fakültesi Öğr. Gör. Şaban ÇETİN


Erguvanlar Geçip Gittiler...


Haziran ayı artık sadece bir takvim yaprağı değil.
O, vedaların, keplerin, gözyaşlarının, buruk sevinçlerin ayı…
Kiminiz tek başına, kiminiz nişanlınızla, kiminiz ailenizle gelirsiniz vedalaşmaya.
Bazılarınız da eşiyle, çocuğuyla…
Çayınızı yudumlarken:
“Hocam, dört yıl ne de çabuk geçti, anlayamadık,” dersiniz.
Ben de Muhibbî’den bir beyit okurum. Artık “Muhibbî de kim?” demezsiniz:
“Olsa kumlar sağışınca ömrüne hadd ü aded,
Gelmeye bu şîşe-i çarh içre bir sâ’at gibi.”
Edebiyatçı değilim ama dilim döndüğünce şöyle açıklarım:
“Kum saatindeki kumların çokluğuna aldanmayın; yavaş yavaş dökülse de gün gelir, biter. Zamanınızı iyi değerlendirin, arkadaşlar…”
Ve siz de hak verirsiniz bana.
İlk yıl ürkek adımlarla kampüsü dolaşırken, ikinci yıl kendinize benzeyen dostlar edinirsiniz.
Üçüncü yıl, zamanın ne çabuk geçtiğini fark eder, gelecek kaygısıyla planlar yapmaya başlarsınız.
Son sınıfta ise “Acaba mülakat kalkar mı?” umuduyla KPSS kitaplarından başınızı kaldıramazsınız.
Hasılı kelam, arkadaşlar…
Konuştuğumuz gibi, zaman hızla akıp geçti.
Ve işte, mezunsunuz.
Yeni bir hayatın eşiğindesiniz artık.
Dört yıl boyunca bu sakin Anadolu şehrinin yokuşlarında, yurtlarda, kantinlerde, pazarlarda, garajlarda, berberlerde, hastane koridor- larında izler bıraktınız.
Derslerde, sınavlarda bir ömre yetecek anılar biriktirdiniz.
Sevindiniz, hüzünlendiniz. Farklı arkadaşlar tanıdınız.
Adını şimdiden unuttuğunuz ya da hiç unutamayacağınız hocalarınız oldu.
Bazılarıyla hiç göz teması bile kurmadan mezun oldunuz;
Bazılarıyla bol bol selfie çektiniz, kimileriyle de dertleştiniz.
Her fırsatta söylediğimi hatırlarsınız:
“Bizlerin iyi tarafını gördüyseniz alın onu; kötü tarafını gördüyseniz ondan uzak durun.”
Çünkü bu tutum, insanın kendini inşa sürecinde çok işe yarar.
Sabah ilk dersleri unutmak mümkün mü?
Uykusuz gözler, kahvaltısız sabahlar, görünüşte dinlemeler...
Nefes nefese yetişmeler… “Hocam, girebilir miyim?” ricaları...
“Geç bakalım…”
Sonra Sümerli çocuğun günlüklerinden bahsederdim:
“Sabah erkenden kalkarım, kahvaltımı eder, şugabbamı (ev ödevimi) yapar, tablet evine (okula) giderim. Geç kalmak istemiyorum.”
“Bakın çocuklar, altı bin yıl önce Sümerli çocuk bile geç kalmazmış.
21. yüzyılda insan nasıl geç kalabilir?”
Ve ardından gülüşmeler. Gülüşmeler…
Kendinize gelirdiniz biraz.
Sabah dersleri unutulmaz...
Refleksiyon yapıp kendime döndüğümde şunu fark ettim:
“Öğrenci milleti” sözünü hiç sevemedim.
Her birinizi farklı, özgün bir evren olarak gördüm de ondan.
Bu bağlamda sizlerden çok şey öğrendiğimi de itiraf etmeliyim.
“Her şeyi en iyi ben bilirim” diyenlere hep tebessüm etmişimdir.
Oysa Sokrates’in:
“Neyi bilip bilmediğimi biliyorum” sözü gibi, Hz. Ali ya da İmam-ı Azam’a atfedilen:
“Bilmediklerimi ayaklarımın altına koysam, başım arşa değerdi.” gibi sözler, tevazunun en derin çağrılarıdır.
Galiba… hep öğrenci kalmalı insan, değil mi?
Örgün eğitim de bitti.
Resmî tören faslı da kapandı.
Ayrılık vakti geldi çattı.
Vedalaşmaya gelirsiniz.
“En zor anlardır bu anlar.”
Artık o toy çocuk gitmiş, yerine olgunlaşmış, insan olmanın erdemlerini tatmış, hakkı ve hukuku özümsemiş, özgüvenli gençler var karşımda.
Gelecek kaygınızı gizlemeye çalışsanız da, yüzlerinizden okunur.
Ve siz:
“Hocam, hakkınızı helal edin. Her şey için teşekkür ederiz. Emeğiniz çok… Allah razı olsun,” dediğinizde…
Göz göze gelemeyiz.
Ne söyleyeceğimi bilemem.
Kem küm ederim.
İşte o an…
Eğitim sürecinin en yalın, en insani anıdır.
Bir yüreğe dokunmanın ne olduğunu bilmeyenler anlayamaz bunu.
Her eğitimcinin yaşadığı bu duygu yoğunluğu, bana hep Nisan’-da alelacele açıp geçen erguvanları hatırlatır.
Ve Hilmi Yavuz’un o dizeleri gelir aklıma:
“Erguvanlar geçip gittiler bahçelerden,
Geriye sadece erguvanlar kaldı.
Bahçelere özenecek ne vardı?
İşte tenhâ her yanımız, hep tenhâ…”
………………..

Yolunuz açık olsun…
 

YAZARLAR