MCBÜ Demirci Eğitim Fakültesi Öğr. Gör. Şaban ÇETİN

Tarih: 05.05.2025 11:29

Bir İnsan Ömrünü Neye Vermeli?

Facebook Twitter Linked-in

Zaman zaman her ilin türküsünü dinleye dinleye Anadolu’yu boydan boya dolaşmanın hayalini kuruyorum.
Hayali bile heyecanlandırıyor beni.
Vergisi yok algısı yok.
Yıllar önce, Van Gölü Havzası’nda dolaşırken, Emrahlar diyarı Erciş’te tanımadığım yerel bir sanatçıdan ilk kez bir “yaş destanı” dinlemiştim. İsmini hatırlamıyorum ama sesini unutmak mümkün değildi. Belki de bu kadar etkilenmemin sebebi, o türkünün bir mikrofon ya da stüdyo filtresinden geçmemiş olmasıydı. İçten, sade, yalın… Ama insanın içini dağlayan türdendi.
Destan denilince hemen hamaset geliyor insanın aklına
Ama bu “yaş destanı”, sanıldığı gibi hamaset yüklü değildi. Aksine, insanın ömrünü ve o ömrün kaçınılmaz evrelerini anlatıyordu. O günden sonra aynı eseri birçok farklı sanatçının yorumuyla dinledim. Altınmeşe’den, Güzelses’ten, Tatlıses’ten… Her defasında başka bir dize takıldı aklıma, başka bir yaş aralığını düşündürdü.
Sonradan öğrendim ki bu türküye “yaşname” denirmiş. Anadolu’nun kadim sözlü geleneğinden süzülen bir tür. İnsanoğlunun doğumundan başlayıp ölüme kadar geçirdiği fiziksel ve ruhsal dönüşümü anlatıyor.
İlk yirmi yıl ağır ağır geçiyor: birer birer. Sonra zaman hızlanıyor; beşer beşer akıyor yıllar.
Yirmi beşinden sonra bıyıkları buruluyor insanın, otuzunda akan sular duruluyor.
Kırklarda beller bükülüyor, ellilerde başkalarına bel bağlanıyor.
Altmıştan sonra gözlere duman çöküyor, dizlerde sızı başlıyor.
Ve altmış beşten sonra…
Toprak çağırıyor.
Bu yaşnamenin dili bize ait, coğrafyası da öyle. Ama söylediği şey evrensel: İnsanın zamanla değiştiği, her dönemin ayrı bir rengi ve hüznü olduğu.
Bir başka yerde, başka bir kitapta, bambaşka bir kültürde benzer bir anlatıya rastladım. Merry E. Wiesner - Hanks’ın “Erken Modern Dönemde Avrupa” adlı kitabını karıştırırken, Shakespeare’den bir alıntıyla karşılaştım.

Yine aynı döngü…
Shakespeare, hayatı bir sahneye benzetiyor. Kadınlar ve erkekler bu sahnede sırayla rol alıyor. Her biri yedi perde boyunca, doğumdan ölüme bir yaşam oyunu oynuyor.
Önce bebeklik geliyor; ağlayan, kusan, savunmasız.
Sonra gönülsüzce okula giden çocuk…
Derken âşık bir genç, sonra onur peşinde bir asker…
Yaşlılık yaklaştıkça bacaklar inceliyor, ses inceliyor, zihin silikleşiyor.
Ve son perde: ikinci çocukluk.
Unutmanın hüküm sürdüğü ne tat, ne ses, ne de yetilerinin kaldığı bir sahne.
Vivaldi’nin Dört Mevsim’i gibi, İbn Haldun’un “tarih döngüsü” gibi, yaşnameler de insana dair bir evrensel hakikati hatırlatıyor.
İnsan nerede doğarsa doğsun, hangi dili konuşursa konuşsun, hayat döngüsü birbirine benzer.
Gelip geçiciliğiyle… uçuculuğuyla…
Aynılığıyla…Kırılganlığıyla…
Mademki herkesin yaşam döngüsü birbirine benziyor, bir farkları yok…
Öyleyse bu kıyımlar niye?
Doğa kıyımı, tarih kıyımı, kadın, çocuk ve hayvan kıyımı…
Bu alanda bütün normlar işlevsiz maalesef.
Peki de İnsan neden bu kadar uzak düştü kendi türküsünden?
Mağradan çıkıp gökyüzüne bakmak bu kadar mı zorlaştı?
Bir yaşname bile mi düşündürmüyor artık?
Bazı türküler vardır ki susmazlar.
Zülfü Livaneli’nin o unutulmaz eseri gibi…İster Nazlı’dan ister Erkan’dan dinleyin. Hangi ağızdan dinlersen dinle, farklı bir boyuta taşır sizi.

Duygudan düşünceye, düşünceden muhasebeye...

Bir insan ömrünü neye vermeli?

Varoluşa dokunan türküler bi başkadır vesselam.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —