Ahmet İNCE


ANNEM!!


               Her insanın annesi güzeldir. Benim annem, bir başka güzeldi. Güzelden öte bir ekol, bir okuldu bu şehirde. Kelimelerle anlatmak, başka güzelliklerine kelime bulmak hayli zordur. O yaşayan ve yaşatan bir anneydi.

 

               Hangi okulu bitirdin, hangi hocalardan ders aldın, hangi kitapları okudun. Hiçbirisi ve hiçbirisi. Peki, anne sen bu fazileti, fedakârlığı, terbiyeyi, zekâveti kimden öğrendin. Ellerindeki hüner, yüreğindeki sönmeyen ateş kimden miras kaldı sana.

 

               Yaşadım ve yazdım. 40 yıl böyle geçti. Bu şehir, bir medeniyet şehriydi. Güçlü aileler inşa etmişti bu medeniyet. Temelinde halıcılık vardı. Renk, desen, beceri, bedahet, sanatkârlık iç içeydi. Kazanç alın teriydi, emekti, çabaydı.

 

               Eskisinden yenisine uzanan bu şehrin, o güçlü ailelerine bir nazar edin. Hepsinin ortak özelliği, makul insanlar olmalarıydı. Tüm değerleri ortaktı. Her birinde farklı bir güzellik, ziyadesiyle ortaya çıkardı.

 

               Hocası, okulu, kitabı olmayan bir medeniyet okuluydu Gördes. Herkes birbirinden bir şeyler öğrenir, herkes birbirinden örnekler alırdı. Ve neticede kitaplara sığmayan, henüz dersi anlatılamayan bir medeniyet çıkardı ortaya.

 

               Annem, o okuldan fazlasıyla istifade etmiş, fazlasıyla örnek almış nadide bir şahsiyetti.

               

               Bir aile kurmuştu. Devlet kurar gibi, imparatorluk kurar gibi.

 

               İlkokulda siyah podye giyer, beyaz kolalı yaka takardık. Her gün yakalığımı değiştirirdi. Evleninceye kadar, ütüsüz pantolonla beni çarşıya göndermezdi.

 

               O, ikiz kız annesiydi. Kurduğu aile imparatorluğuna, bir de taç ben vardım. Her zorlukta bana tembihi olurdu: “Ahmet kardeşlerine göz kulak ol…” Bu yaşa geldik, göz kulak olmaya devam ediyorum anne.

 

               Bir anne bu kadar mı marifetli olur, bu kadar mı becerikli ve sabırlı olur. Bunun cevabını bugün bile bulabilmiş değilim. İlkokul müsamereleri için ikizlerine monolog yazar, onlarda sahneye çıkardı. Öğretmenler hayret içinde kalırdı. Bayramlarda ikizlerine diktiği kıyafetler, Gördes’te günün konusu olurdu.

 

               1969 yılıydı. Tütünleri bitirmiştik. Babam bizi ailece İzmir fuarına götürdü. Sırtında sanat harikası bir kıyafet vardı. Hiçbir mağazada, hiçbir dükkânda böyle bir kıyafet yoktu. Kendi tasarlamış, kendi dikmişti.

 

               Bu kıyafet için, bir yılını vermişti. Önce tığla altıgen motifleri tamamlamış, sonra onları kumaş haline getirerek, döbyes takım olarak kendine hazırlamıştı. Gül kurusu bir döbyesti.

 

               Fuarda geziyoruz. Herkes dönüp bize bakıyor. Babam huzursuz oldu bu bakışlardan. Sonra bir gurup kadın, kibar bir edayla bizi durdurdu. Haşyetle anneme bakıyorlardı. Bu kıyafeti nerden aldığını sordular. Anlattı annem, hepsinin ağzı açık kaldı. Kendisini tebrik ettiler.

 

               Koskoca İzmir fuarında zaman durmuş, medeniyet şehri Gördes’in bir sanatkârına, bir ustasına hayran hayran bakıyorlardı.

 

               Yürek enginliğine sınır konulamazdı. Ağabeyleri, ablası ve onların çocuklarının da adeta annesiydi. Torunlar oldu, torunların çocukları oldu, anneliğinden zerre miktar duygu eksilmedi.

 

               Yazları tütün tarlasında olurduk. Tarla dönüşü aman demeden, dikiş makinesinin başına otururdu. Aynı çatı altında annesi, babası, üç çocuk gıkını çıkarmaz, mutluluğumuz için sabreder çalışırdı. Maddi olarak, aileyi geliştirecek katkıyı fedakârca yapardı.

 

 

               Hüneri ve mahareti mahalleyi aşmıştı. Zaman hızla ilerleyip gitti. Annem, bu şehrin annesi haline geldi. Dert dinler, problem çözer, yön verir, yol gösterirdi. Ölüm haberini alan binlerce kadın, yüreğinden bir parça kopmuş gibi ağladı.

 

               Aile olarak çiftçilikle, ticaretle uğraştık hep yıllarca. Toprağımıza gelen işçilere yemeği o hazırlardı. En güzel yemekleri yapar, en gösterişli sofraları atardı. Çiftçiler, işçiler yıllarca onun sofrasından karın doyurdu hep. Diyebilirim ki binlerce insan onun sofrasından taam etmiştir.

               Ailemizin Cuma geleneği vardı. Her Cuma namazdan sonra, bizim evde sofralar açardı. Akrabalar, eş ve dostlar, bu Cuma sofralarında hazır olurdu. Eline kimsenin su dökemeyeceği bir yemek ustasıydı. Namazımızı kılar, onun sofrasına otururduk. Bazen iki, bazen üç sofra olurduk.

 

               Tam 40 yıl, bu sofraların mihmandarlığını yaptı. O sofralara dualarla oturduk, dualarla kalktık.

 

               Babam hastalandı. 11 yıl gıkını çıkarmadan başında oldu.

 

               Aynı çatı altında, bir hayat yaşadık onunla.

 

               Gün geldi, yatağa mahkûm oldu. Bir sanatkâr, bir büyük usta, bir devlet reisi, “buraya kadar” deyiverdi.

 

               Üçkardeş, al bebek, gül bebek misali üç yıl boyunca emrinde olduk.

 

               Vakit geldi, göçtü bu dünyadan. Dev bir çınarın çöküşü gibi.

 

               Annem heybesini öylesine doldurup gitti ki bu dünyadan, gıpta etmemek elde değil.

 

               Annem! Ayrılığına dayanmak elbette çok zor. Ama bil ki ustalığını, sanatkârlığını, fedakârlığını, değerlerini yaşatacak üç evlat ve torunlar bıraktığını sakın unutma…

 

               Canım annem, “Dualarım seninle, fatihalarım seninle…”

YAZARLAR