

Akyokuş’un boz toprağı temmuz güneşiyle birleşip bir güzel kavurmuştu Aliş’in elini yüzünü. Şakaklarındaki kavrukluk yanık yüzünde temriye varmış gibi görünüyordu.
Aliş, on bir yaşındaydı. İlkokulu bitirmiş, tarlada takkada nerede olursa çalışmaya başlamıştı. Alan’ın boz topraklarının tozları bronşlarına işlemişti. Öksürdükçe parça parça çıkıyordu. Boz toprağın tozu ve Küçük Tavşan Tepesi’nin kızılçamlarından esen günbatımı yeliyle yıkamıştı göğsünü. Oluk Dersi’nin iki güzel kuşu ile birlikte türküler söylemişti, yarına sevdaya dair. On bir yaşında iken yarına dair kurduğu hayaller ona bitmez tükenmez bir çalışma hırsı veriyordu. ‘Göreceksiniz, ’demişti sınıf arkadaşlarına, ‘nasıl okuyacağım, su gibi içeceğim dersleri, göreceksiniz!’
Aliş, Alan mevkiine giderken, Nurullah Dedesi’nden geçmek zorundaydı. Sabah akşam Nurullah Dedesi’nin önünden geçer, Dede’nin ulu çamının altına oturur, gözlerini ulu çamın koyu yeşil yapraklarına diker, saatlerce bir noktaya bakardı. Öyle bir bakar, öyle bir bakar sanki ibadet ediyor sanırdı görenler. Saatlerce, saatlerce dudakları boyuna hareket ederdi. Nurullah Dedesi’ne:
“Sözüm söz, andım olsun, çok çalışacağım, her bir zorluğun üstesinden geleceğim. Yardımlarını benden esirgeme, yokuşları iniş et, sözüm söz seni mahcup etmeyeceğim; yeter ki, bana yardımcı ol!”
Nurullah Dedesi’nin ulu çamı asırlık bir çamdı. Bakınca adamı etki altına alırdı. İki metrelik çapı ile tepenin üstünden ‘bu dağların hükümranı benim,’ derdi adeta. Yoldan gelip geçen her kim olursa olsun bakmadan ulu çamın mistizmi ile yuyup yıkamadan ruhunu işine gitmezdi. Eskiler sınamasını yapmışlar. Kostak Osman:
“Nurullah Dedesi vız gelir bana, benim işim bir ağaca kaldıysa vay benim halime!”
Sen misin bunu diyen tarlaya varır varmaz çakılmış gözlerine bir uyku. Uyku ama ne uyku, gözünü bile açamamış. Hemen yanı başındaki palamut meşesinin dibine kıvrılıvermiş. O kıvrıladursun bir bardak yılanı gelmiş ağzına girivermiş. Bereket tarla komşusu Şevket Dede’ymiş. Kostak’ın işine başlamadığını görünce merak etmiş, varmış yanına bardak yılanının kuyruğu dışarıdaymış. Ada keçisinden sağdığı sütü Kostak’ın yanına bırakmış, sütün kokusunu alan yılan Osman’ın boğazından dışarı çıkmış. Kostak da sanki ölüm uykusuna yatmış hiçbir şeyden haberi olmamış. Tam yılan ağzından çıkarken uyanmış. O günden beri bir Allah’ın kulu Nurullah Dedesi’nden geçerken bu çama bakmadan işine gitmez olmuş.
Aliş, hem Nurullah Dedesi’ne hem de sınıf arkadaşlarına verdiği sözleri tutmaya yemin etmiş. Aliş, öyle bir aşka gelmiş, öyle bir aşka gelmiş, çamın dibine vardı mı bütün vücudu tepeden tırnağa çımkışır, tepeden tırnağa okumak, çalışmak aşkı ile dolarmış!
Aliş, bu aşkla Demirci Lisesi’nin ortaokuluna başlar. Sınıfta herkes birbirini tanırken, yalnız o, hiç kimseyi tanımaz. Mükerrem, Yaşar, Mustafa… hepsinden yaşça büyük olduklarından sınıfın ablası, abisi olmuşlar. Yaşar başkan, Mükerrem de onun yardımcısı olmuş. Ötekiler ya Ziya Gökalp’ten ya Abdurrahman Şeref Bey’den ya Cengiz Topel’den ya da Atatürk ilkokullarından gel-mişler. İlk günler konuşacak hiçbir arkadaşı yoktur Aliş’in. Öğretmenlerini de kendine yakın bulmaz. O nedenle ne dersin heye-canına katılır ne parmak kaldırıp söz ister. Birsen Öğretmen olmasa ağzını açmadan eve gelecektir.
Birsen öğretmen, Aliş’in en sevdiği öğretmendir. Fen bilgisi dersini büyük bir aşkla bekler. Birsen Öğretmen’in hemen her daim gülen gözleri, Aliş’i kucaklayan bakışları… hele arada bir de ona göz kırpması, Aliş için tarifi imkânsız bir mutluluktur. Aliş, ders boyunca bir dakika gözünü Birsen Öğret-menden ayırmaz, o hangi tarafa yönelse o da o tarafa çevirir gözlerini. Sorar da bilemesem diye de en çok fen bilgisi dersine çalışır. Evleri yakın olduğu için eve kadar onunla birlikte yürürdü. Bir seferinde Birsen Öğretmen’e:
“Öğretmenim sepetimde elli yumurta var, altı çıktı, kaçı kaldı?”
Birsen Öğretmen, elini Aliş’in başına koyarak:
“Kırk dört mü desem, hiç mi desem,” deyince Aliş kıpkırmızı kesilmiştir.
“Aliş, yavrum yakacak odununuz var mı, yoksa Hilmi’ye söyleyeyim, versin!”
“Sağ olun öğretmenim, sağ olun!”
Birsen Öğretmen’in eşi Orman işletmesinde işletme şefidir. Aliş öyle bir sağ olun demiştir ki, Birsen Öğretmen’in yüreğinin yağı erimiştir. Yolda olduklarına bakmaksızın bağrına basar. Burası Demirci, görülmüş değildir böyle şeyler!
“Aliş, haydi bize gidelim, evde yalnızım, bana yoldaş olursun!”
Aliş, ilk kez çayla bisküviyi Birsen Öğretmenin evinde yemiştir. Çaya bisküviyi batıra batıra yemek acayip hoşuna gitmiştir. Önüne gelen bisküvilerin hepsini silip süpürmüştür…
Aliş zaman içinde, Birsen Öğretmen’den aldığı güçle okuluna, arkadaşlarına alışmıştır. Artık ilk günlerde olduğu gibi evde tuvalete gidip içini çeke çeke ağlamaz…
Aliş, ilk sınavlardan beklediği notları alamaz bir türlü. Çalışır çalışır, çok çalışır; lakin isteği gibi olmaz… Aliş, daha çok çalışmaya karar verir. Ev arkadaşları uyu-yunca, o gider mutfaktaki masanın üstünde gece yarılarına kadar, mevsim kışsa, üstüne bir şeyler alır öyle çalışır.
İngilizce dersine İlkokul Öğretmeni Kınalı Mehmet gelmektedir. İnce yüzlü, kınalı saçlı bir Norveç tiplemesidir Kınalı Mehmet… Dersine hâkim olduğunu göstermek ve çok şey bildiğini altını çizmek için boyuna konuşur, boyuna yaptıklarını anlatır. Kendi okulundan gelen öğrencilere özel bir önem verir; yanlış söyleseler bile ‘aferin,’ der.
Aliş, İngilizce sınavının olduğu gece daha çok çalışmıştır. Bütün kelimeleri ezberler. Ezberlemesine ezberlemiştir; fakat bazı kelimelere dili dönmeyince bir korku sarar tepeden tırnağa.
Kınalı Mehmet, mavi mürekkeple teksir edilmiş saman kağıdındaki soruları dağıtarak, gözetleme işini yerine getirmeye başlamıştır, öğrenciler birbirlerine bakmasın, kopya çekmesin diye çantaları koydurmuştur aralarına. Kınalı Mehmet, ceketini sandal-yeye asmış, beyaz gömleğinin kollarını geriye doğru kıvırmış, ellerini beline dayamış, civciv avına çıkmış şahin misali öğrencileri gözetlemekte. Kınalı’nın saçları, kırmızı yüzü ateş tuğlasına dönmüştür sınavın atmosferiyle.
Soruların zorluğundan bunalan Aliş, gayri ihtiyari ‘of, of of!’ der.
Bu “of,” sorular zor demektir. Bu “of,” nereden buldun bu soruları demekti. Bu “of,” Kınalı Mehmet’e bir başkaldırı demekti. Bu “of,” Kınalı Mehmet’e küfretmekti, öyle olmasa bile, Kınalı öyle anlamıştı. ‘of,’ he, ‘of,’ he!
“Ne dedin sen?”
“…”
“Of he, ne Of’u lan, ne Of’u?”
“…”
“Ben bu soruları nasıl hazırladım biliyor musun, bu soruları hazırlamak için kaç kitap karıştırdım, biliyor musun?”
“…”
“Of he, of he?”
“…”
Sınıfta herkes tir tir titremeye başlamıştır. Kınalı Mehmet’in sesi, 1 / D Sınıfı’nın duvarlarını delip okulu çınlatmaktır. İlkokul Öğretmeni Kınalı Mehmet, kontrolü kay-betmiştir. Aliş’e tekme tokat girişmiştir. Neresine geldiğine bakmaksızın boyuna vurur. Bacak kadar çocuk hiç öğretmenine “of” diyebilir mi? O bir öğretmendir, Alişlere İngilizce öğretmeye gelmiştir, vatan millet aşkına. Şimdi vatan millet aşkına Aliş’e haddini bildirmesinden doğal ne olabilir ki? Aliş’in ağzı yüzü kan çanağına dönmüştür…
“Git defol, si… ol git! Yürü, elini yüzünü yıka, çabuk eşşoğlu eşek! Yaşar, yürü sen de bununla git!”
Aliş’e burnunun kanını yalatmıştır Kınalı Mehmet. Zaten Alişler burunlarını kanlarını yalamazlar mı hep?
Koridorda Aliş’i o halde gören Birsen Öğretmen bir hoş olmuştur. Hemen Aliş’in kolundan tutup lavaboya götürür. Elini yüzünü bir güzel yıkar. İkinci kattaki öğretmen-ler odasına indirir Musluktan bardağı doldurup:
“Al iç yavrum, iyi gelir!”
Çantasından bir de bisküvi çıkarır.
“Al ye yavrum, haydi yavrum ye, hadi benim güzel evladım, hadi ye!”
Aliş, o korku ile ne yaptığını bilmez bir vaziyettedir… Birsen Öğretmen’in verdiği bisküvileri yer bitirir o acının içinde.
“Haydi Aliş’im, üzülme olur böyle şeyler, öğretmenlerin döver de sever de.”
Sahi öğretmenler hem döver hem sever mi?
Öğretmenler dövsün de sevsin de onların vurduğu yerde güller açıyor ya. Ol sebepten ötürü milletimin yüzü gül tarlası gibi ateş kırmızısı ya… Aliş’in yüzü ateş tuğlası renginde, aynen gelincik kırmızısı, al kırmızı, kan kırmızısı, “saçlarına kan gülleri takmamışlar, bir o yana, bir bu yana…”
Aliş, o günden sonra bir daha okula gelmez. Birsen Öğretmen, iki öğrenci alarak Aliş’lerin evine gider, Aliş’i sorar. Aliş’in arkadaşları, Aliş’in okuldan nefret ettiğini söyleyip köye geri döndüğünü söyler... Saatin kaça geldiğine bakmadan okula döner, hırsla müdürün odasına girer. Okul müdürüne olayı en baştan tekrar anlatır…
Okul müdürü:
“Ya demek öyle, vah vah çok üzüldüm!”
Okul müdürü o üzüntü ile Kınalı’yı ilkokuldaki “insan üretme,” işine geri gönderir. Ne de olsa o da bir öğretmendir, daha fazlasını yapacak değildir…
Yeni nesil Kınalı Mehmetlerin mi, Birsen Öğretmenlerin mi eseri olacak sevgili Atam, yarın hangisinin eseri olacak, ben diyemiyorum ya hadi sen deyiver ne olur, yarın hangisinin eseri olacak, biz hangisinin eseriyiz?