Henüz Müslüman olmayan Ebû Süfyân, ticaret amacıyla Şam’a gittiğinde, peygamberlik iddiasında bulunan Muhammed hakkında kendisinden bilgi almak istediğini söyleyen Rum kayseri Hirakl ile aralarında geçen konuşmayı şöyle anlatmaktadır:
“(Hirakl), "Peygamberlik iddiasında bulunmadan evvel onu hiç yalan söylemekle itham etmiş miydiniz?" dedi. Ben, "Hayır." dedim. "Sözünde durmamazlık eder mi?" dedi. "Hayır, ancak biz şimdi onunla belli bir zamana kadar anlaşmış bulunmaktayız. Bu müddet içinde ne yapacağını bilmiyoruz." dedim.” Karşılıklı konuşmada Ebû Süfyân, arkadaşları tarafından yalanlanacağı korkusuyla gerçeğe aykırı şeyler söyleyemediğini itiraf etmektedir.
İbn Abbâs’tan gelen başka bir rivayete göre Hirakl, Ebû Süfyân’ın verdiği cevapları, “Onun, namaz kılmayı, doğru dürüst olmayı, iffetli olmayı, ahde vefa göstermeyi ve emaneti sahibine tevdi etmeyi istediğini iddia ettin.” şeklinde özetlemiş, “İşte bunlar bir peygamberin vasfıdır.” demek suretiyle, beklenen peygamber hakkındaki bilgisinin yanında ona olan hayranlığını da ortaya koymuştur.
Yazılı bir antlaşma, yeminle perçinlenmiş bir vaat ya da verilmiş bir söz, şüphesiz vefayı gerektirmektedir. Açık vaat ve antlaşmaların yanında, elçilere dokunmamak, kendilerine sığınan insanları düşmana teslim etmemek gibi hususlara da sadakat şarttır. Nitekim Bedir’de esir düşen Peygamberimizin amcası Abbâs b. Abdülmuttalib’in fidyesini getirmek üzere Medine’ye gelen ve aslında Bedir’den önce Müslüman olduğu hâlde Medine’ye gelinceye kadar bunu gizleyen Ebû Râfi’, Medine’de kalmak istemiştir. Ebû Râfi’ kendi hikâyesini şöyle anlatır: “Resûlullah'a, Kureyş’e geri dönmeyeceğimi söyledim. Bunun üzerine bana şöyle dedi: "Ben ahdimi bozmam, elçileri de alıkoymam. Sen şimdi geri dön. Şu an düşündüğün gibi yine gelmek istersen, sonra gelirsin." Bu konuşmadan sonra ben, önce Kureyşlilerin yanına geri döndüm. Ardından da Resûlullah'ın yanına geldim.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 151)
Kadim zamanlardan beri devletlerarası hukukta bir teamül olan "elçilere dokunmama" veya "onları alıkoymama" ilkesini Allah Resûlü kendi imzaladığı bir antlaşma olarak görmüştür. Dolayısıyla yanlış anlamalara yol açacak bir davranış olacağı için, Ebû Râfi’in arzu ve rızasına rağmen Medine’de kalmasına izin vermemiştir. Zira verilen sözden dönmek fâsıkların, yapılan ahitlere riayet etmek ise müminlerin en belirgin vasıflarındandır. Nitekim “...Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü söz (veren, sözünden) sorumlu dur.” (İsrâ, 17/34.) âyeti gereği, verilen söz mesuliyet doğurmaktadır. Yine, “Kardeşinle (düşmanlığa varan) tartışmaya girme, onunla (kırıcı şekilde) şakalaşma ve ona yerine getiremeyeceğin sözü verme.” (Tirmizî, Birr, 58) buyuran Hz. Peygamber, söz vermenin ağır bir sorumluluk olduğunu ifade etmiştir.
Arkasında durulmayan ve gereği yerine getirilmeyen söz, Peygamberimiz tarafından kişinin üzerindeki münafıklık alâmeti olarak zikredilmektedir.
Yüce Rabbimiz, “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?” (Saff, 61/2) sorusuyla dikkatleri çekmiş, “Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir.” 31 (Saff, 61/3) âyetiyle apaçık bir uyarıda bulunmuştur. Buna göre yerine getirme düşüncesi olmaksızın yapılan vaatler Allah'ın gazabına sebep olurken, yerine getirme düşüncesiyle verilen sözün —yapılamasa bile— bir sorumluluk doğurmadığını Peygamberimiz şöyle belirtmektedir: “Kişi yerine getirme niyetiyle kardeşine bir söz verir, ancak onu yerine getiremez ve zamanında sözünü tutamazsa günahkâr olmaz.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 82)
Basit menfaatler nedeniyle verdiği sözden dönenler, Allah Teâlâ tarafından, “Allah'a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedelle değiştirenlere gelince, işte bunların âhirette bir payı yoktur. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için acı bir azap vardır.” 33 âyet-i celîlesi ile tehdit edilmektedir.
Hz. Peygamber'in, hile ve aldatmanın meşru görülme eğiliminin hâkim olduğu savaş hâlinde bile, “Yaptığınız antlaşmaları bozmayın.” tavsiyesinin yanında, şartlar değişmiş olsa da yapılan antlaşmaların süresi içinde geçerliğini koruduğuna vurgu yapması anlamlıdır. Hatta antlaşmalı birini, antlaşma süresi sona ermeden öldüren kimseye Allah'ın cenneti haram kılacağını vurgulamış, sözünde durmayan kişiye, Allah'ın ismini anarak yemin ettikten sonra sözünden dönen kişiye, kıyamet gününde düşmanlık edeceğini ifade etmiş, kendisi hayatı boyunca zorlansa bile verdiği sözleri mutlak yerine getirmiştir.
Kime ve neden verildiği değil, bizzat sözün kendisi esastır, değerlidir ve önemlidir. Dolayısıyla sadece hukukî antlaşmalar ya da resmî sözleşmeler değil, büyük küçük, kadın erkek toplumun her ferdini ilgilendiren günlük hayata dair vaatler de bağlayıcıdır. Bu nedenle kişi, kendi çocuklarına verdiği sözü bile küçük görüp, basite alıp savuşturmamalıdır.
Huzeyfe el-Yemânî bize şöyle anlatmaktadır: “Bedir Savaşı’na şu nedenle katılamadım ki, babam Huseyl ve ben birlikte (savaşa katılmak için) yola çıkmıştık. Kureyşli müşrikler bizi yakaladılar ve "Siz Muhammed’e katılmaya mı gidiyorsunuz?" diye sorguya çektiler. "Hayır. Ona katılmaya gitmiyoruz, biz sadece Medine’ye gidiyoruz." dedik. Ve bizden Medine’ye gitsek bile Hz. Peygamber ile birlikte savaşa katılmayacağımıza dair Allah'ın adıyla söz ve yemin aldılar. Allah Resûlü'nün (sav) yanına gidip durumu ona anlattığımızda, "Siz geri dönün. Biz onlara verdiğimiz sözü tutarız, onlar karşısında yardımı da Allah'tan isteriz." buyurdu.” (Müslim, Cihâd ve siyer, 98)
Peygamber Efendimiz, “Bana kendi adınıza altı şeyin güvencesini verin, ben de size cennetin güvencesini vereyim: Konuştuğunuzda doğru söyleyin, söz verdiğinizde sözünüzü tutun, size (bir şey) emanet edildiğinde ona riayet edin, iffetinizi koruyun, gözlerinizi (bakılması yasak olandan) sakının ve ellerinizi (haramdan) çekin.” (İbn Hanbel, V, 323) buyurmuştur. Zira unutulmamalıdır ki verilen sözlerin tutulması, ahde vefa, antlaşmalara riayet, kişinin kurtuluşuna vesile olacağı gibi, topluma da huzur ve barış getirecektir. Allah'ın sevgisini ve insanların güvenini kazandıracak, ecri de Allah tarafından ödenecektir. Tutulmayan söz, yerine getirilmeyen vaat, şartlarına riayet edilmeyen antlaşma ise kişide nifak alâmeti olarak görülecek, ayrıca toplumsal çöküşü de hızlan dıracaktır. Söze sadakat, dünyada onur ve güven, âhirette ise Yüce Allah'ın iltifatını kazandıracaktır.
KAYNAK : HADİSLERLE İSLAM
