Vaiz Muharrem DEMİR


AHDE VEFA : SÖZE SADAKAT -1-

"...Verilen söz, vefayı gerektirir. Nitekim Peygamber Efendimiz, hutbelerinde, “Emanete riayet etmeyenin imanı yoktur; ahde vefa göstermeyenin ise dini yoktur.” (İbn Hanbel, III, 134) buyurmuştur..."


                Allah Resûlü’nün ashâbından Enes b. Nadr, Bedir Gazvesi’ne katılamamıştı. Buna çok üzülmüş, “Allah, Resûlullah’la birlikte bir savaşta bulunmamı nasip ederse, ne yapacağımı o görecektir.” diyerek duygularını ifade etmiş, ancak ileri gitmekten de çekinmişti. Aslında bu, Allah'a ve Allah adına verilmiş bir sözdü. Sonraki yıl Resûlullah'la birlikte Uhud Savaşı’na katıldı. Enes için, verdiği sözü tutmanın zamanıydı. Ayneyn Geçidi’nde konuşlandırılan okçuların yerlerini terk etmesi üzerine yaşanan kargaşada Resûlullah'ın öldüğü haberi yayıldı. Müslümanlar sağa sola kaçışmaya başladı. Bu kargaşa esnasında Enes, gözünü bile kırpmadan müşriklerin üzerine yürürken Sa’d b. Muâz ile karşılaştı. Sa’d, “Ey Ebû Amr! Nereye?” diye sorduğunda Enes’in cevabı, “Cennetin kokusu ne kadar hoş, Uhud’un gerisinden bu kokuyu alabiliyorum.” oldu. O, korkusuzca ilerlemeye devam etti, savaştı ve şehit oldu. Öyle ki vücudu seksenden fazla yara aldı. Şehitlerin kimliklerini belirleme çalışmasından sonra, kız kardeşi Rübeyyi’, “Kardeşimi sadece parmak uçlarından tanıyabildim.” demişti.

                Enes b. Nadr verdiği sözü tutmuştu. Allah Teâlâ, “Müminler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir, kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.” (Ahzâb, 33/23) âyetiyle, Enes b. Nadr gibi yiğitlere övgü yağdırmıştı.

                “Allah'a verdiğiniz sözü tutun.” (En’âm, 6/152) hitabının anlamını kavrayan Müslümanlar, Allah'a ve Resûlü’ne verilen sözlerin, yerine getirilmeye en lâyık olan ahitler olduğunun bilincindedirler. Allah'a verilen söz, O, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorduğunda, “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin).” şeklinde verilen cevapta yatmaktadır. Kelimei tevhid veya kelime-i şehâdet ile yenilenen ve “kâlû belâdan beri Müslüman’ım.” ifadesiyle dilimizde yer edinen bu ahit, can ile, mal ile veya maddî - mânevî türlü fedakârlıklar gerektirmektedir. Müslümanlar, bu özverinin farklı örneklerini, tarih boyunca ortaya koymuşlardır. Zira bilmektedirler ki bu söze sadakat ve ahde vefa Yüce Rabbimiz tarafından özel olarak ödüllendirilecektir.

                Verilen söz, vefayı gerektirir. Nitekim Peygamber Efendimiz, hutbelerinde, “Emanete riayet etmeyenin imanı yoktur; ahde vefa göstermeyenin ise dini yoktur.” (İbn Hanbel, III, 134) buyurmuştur. Allah ve Resûlü'ne verilen söz ise ayrıcalıklıdır, daha fazla hassasiyet gerektirir. Ancak sözün kime verildiğinin değil, bizzat sözün kendisinin esas olduğunu; söz verildiyse, antlaşma yapıldıysa mutlaka sözün yerine getirilmesi, antlaşmaya riayet edilmesi gerektiğini öğretir Allah Resûlü bize. Şu örnek bu öğretinin en güzel örneklerinden biridir:

                Mekkeli müşrikler adına Süheyl b. Amr, Hz. Peygamber’le on yıllığına Hudeybiye Antlaşması’na imza atmak üzereydi. Antlaşma metni henüz hazırlanırken Süheyl b. Amr’ın oğlu Ebû Cendel, ayaklarına vurulmuş pranganın zincirleriyle sıç     rayarak çıkageldi Allah Resûlü'nün huzuruna. İslâm’ı kabul ettiği için prangaya vurulmuş olan Ebû Cendel, müşriklerin ellerinden kurtulup çok yakınına, Hudeybiye’ye kadar gelmiş olan Hz. Peygamber’e sığınmıştı. Ancak Hz. Peygamber'le Mekkeli müşrikler arasında imzalanmak üzere olan antlaşmada, Mekkelilerden Hz. Peygamber'e sığınanların İslâm’ı kabul etmiş olsalar dahi Mekkelilere geri verileceğine dair bir madde vardı.

                Tarafların antlaşma üzerinde konuştukları esnada gerçekleşen bu iltica üzerine Süheyl, antlaşma gereği oğlu Ebû Cendel’in kendisine teslim edilmesini istedi. Müslüman olan Ebû Cendel, müminlere yönelerek yalvardı, kendisine işkence edildiğini söyledi. Zaten ne kadar çok işkenceye uğradığı her hâlinden belli idi. Yürekleri parçalayan bu manzara karşısında Hz. Peygamber, Ebû Cendel’i babasına teslim etmek istemedi. Hatta Ebû Cendel’i kendi yanlarına aldıktan sonra antlaşmayı imzalamasını ona teklif etti. Ancak Süheyl bunu kabul etmedi. Sonunda Ebû Cendel’i müşriklere teslim eden Hz. Peygamber, üzerinde anlaşmak üzere oldukları bir ahdi yerine getirdi ve Ebû Cendel’e sabretmesini tavsiye etti. Ebû Cendel’in yakarışı orada bulunan müminleri ağlattı ise de bir süre sonra durum Müslümanların lehine döndü.

                Benzer bir olay Ebû Basîr’in başından geçmişti. Kureyş asıllı olmasına rağmen, sırf Müslüman olduğu için tutuklanan Utbe b. Esîd es-Sekafî, nâm-ı diğer Ebû Basîr, bir yolunu bulup kavminin elinden kaçtı. Medine’ye gelerek Hz. Peygamber'e sığındı. İmzalanan Hudeybiye Antlaşması’na dayanarak Ebû Basîr’in iadesini isteyen Ahnes b. Şerîk ve Ezher b. Abdiavf ez-Zührî, Resûlullah'a hitaben bir mektup yazdılar ve iki elçiyle birlikte Hz. Peygamber'e gönderdiler. Elçilerin getirdiği mektubu Übey b. Kâ’b’a okutan Hz. Peygamber, Ebû Basîr’i çağırtıp antlaşma gereğince kendisini teslim etmek zorunda olduğunu söyledi. Ebû Basîr, kendisine işkence edileceğini belirterek, Mekkelilere teslim edilmemesini rica etti Allah Resûlü'nden. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in dudaklarından tarihe yazılacak şu sözcükler döküldü: “Ey Ebû Basîr! Bildiğin gibi biz bu kavme (bir söz) verdik. Dinimize göre bize, ahde vefasızlık yapmak yaraşmaz...” Sonra da, Ebû Basîr’i teselli etti ve Allah'ın ona mutlaka bir çıkış yolu göstereceğini belirtti. (Vâkıdî, Meğâzî, II, 624-625)

                Mekke’den gelenler, Ebû Basîr’i teslim alarak yola çıktılar. Yemek molası verdikleri Zü’l-Huleyfe’de Ebû Basîr, içlerinden birini oyuna getirerek kılıcını aldı ve onu öldürdü. Kendisinin de öldürüleceğini anlayan diğeri ise kaçıp Medine’ye gitti. Arkadaşının Ebû Basîr tarafından öldürüldüğünü, kendisinin de öldüreceğini söyleyerek Hz. Peygamber'e sığındı. Çok geçmeden öldürdüğü adamın kılıcını kuşanan Ebû Basîr de çıkageldi ve Hz. Peygamber'e, “Ey Allah'ın Peygamberi! Allah sana ahdini yerine getirtti, beni onlara geri verdin. Sonra da Allah beni onlardan kurtardı.” dedi.

                Ebû Basîr, öldürdüğü adamın eşyalarını, binitini ve kılıcını kastederek, “Yâ Resûlallah! Bunların beşte birini ayırıp al.” dedi. Hz. Peygamber ise, “Eğer bunun beşte birini alırsam onlarla anlaştığım konuda kendilerine verdiğim sözü yerine getirmediğimi düşünürler.” buyurdu. (Vâkıdî, Meğâzî, II, 626) Ardından Hz. Peygamber'in, “Hayret! Adam, yanında birileri daha olsa harbi kızıştıracak.” dediğini işiten Ebû Basîr, yapılan antlaşma gereği Hz. Peygamber'in kendisini yeniden iade edeceğini anladı ve Medine’yi terk etti. Kureyş’in ticaret kervanlarının geçtiği, Mekke ile Şam arasında bulunan Iys mevkiine yerleşti. Kısa zamanda burası, Müslüman olarak Mekke’den kaçan fakat antlaşma gereği Hz. Peygamber'in kabul edemediği ya da Mekkelilere iade ettiği Ebû Cendel ve benzeri Müslümanların oluşturduğu bir karargâh hâline geldi.

                Ebû Basîr’in getirdiği ganimeti, dolaylı olarak da olsa, antlaşmaya muhalefet olarak değerlendiren Allah Resûlü, müşriklerden kaçan kişinin sığınma talebini de kabul etmemiştir. Böylece doğrudan veya dolaylı olarak antlaşmaya aykırı davranışlardan kaçınılması gerektiğini göstermiştir. Hatta, “Kim bir zimmiyi (antlaşmalı bir gayri müslim vatandaşı) antlaşmalıyken öldürürse Allah ona cenneti haram kılar.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 153) buyurmak suretiyle de, antlaşmaya muhalefet eden kişinin cehennemle cezalandırılacağına dikkatleri çekmiştir.

                Ahde vefa gösterilmesi, her ne koşulda olursa olsun, lehine de olsa aleyhine de olsa verilen sözlerin tutulması, müminin ayırıcı özelliklerindendir. Nitekim câhiliye âdetlerinin bütün çeşitleriyle hüküm sürdüğü Mekke toplumunda, ahdine vefa göstermekte son derece hassas olan ve verdiği sözü mutlaka tutan Hz. Peygamber, daha peygamber olmadan önce dahi “Muhammedü"l-Emîn” (Güvenilir Muhammed) olarak şöhret kazanmış, onun bu özelliğini can düşmanları bile itiraf etmekten kendilerini alamamıştır.

 

                            KAYNAK : HADİSLERLE İSLAM

YAZARLAR