Hicretin üzerinden sekiz yıl geçmişti. Savaşa gerek kalmadan Mekke’yi fetheden oldukça kalabalık Müslüman ordusunun başında Hz. Muhammed vardı. O, bu şanlı zaferin büyüsüne kapılmamış; mübarek şehir Mekke’ye mağrur bir komutan edasıyla değil Allah’ın verdiği bu nimete şükretmenin bilinciyle başını önüne eğerek girmişti.
Hayatının en görkemli sahnesinde dahi kibre kapılmayarak tevazudan ayrılmayan Allah Resûlü bu davranışıyla bir insanlık dersi vermiş, ashâbına da aynı tavrı sergilemeleri gerektiğini bildirmiştir. Onlara, “Allah birdir!” dedikleri için kendilerini akıl almaz işkencelere maruz bırakan ve âciz bir şekilde öz vatanlarını terk etmeye mecbur eden müşriklere galip geldikleri bu büyük günde büyüklenmemeleri gerektiğini şu sözleriyle hatırlatmıştır: “Ey İnsanlar! Allah sizden câhiliye gururunu ve atalarla övünme âdetini gidermiştir... İnsanlar, Âdem’in çocuklarıdır ve Allah, Âdem’i topraktan yaratmıştır...”
Kibirli insan daima kendisinden yüksektekilere bakar, onları kıskanır, onlar gibi olmak, hatta onları geçmek için çabalar durur. Bu arzusuna ulaşamazsa hayattan zevk alamaz hâle gelir ve sürekli hâlinden şikâyet eder. Arzusunu gerçekleştirdiğinde de sonuç çok farklı değildir. Zira her yükselişinde daha üstün kimselerin olduğu düşüncesi elindekilerle yetinmekten, bunlarla mutlu olmaktan uzaklaştırır onu; doyumsuz hâle getirir. Hâlbuki insanlığa rehber olan Hz. Peygamber, “Sizden daha aşağı olanlara bakın! Sizden üstün olanlara bakmayın! Allah’ın nimetini küçümsememeniz için en uygun olanı budur.” sözleriyle hâline şükreden kanaatkâr bir kul olmayı tavsiye etmektedir.
Kibirli insan kendini dev aynasında görür. Hâli vakti yerindeyse kendisi gibi olmayan birçok insanın karşılaştığı sıkıntılardan uzak olması, dilediğine dilediği zaman ulaşabilmesi, istediklerini başkalarına yaptırabilmesi gibi kolaylıklar onu kimseye muhtaç olmadığını düşünmeye sevk eder. Çevresindekilerin eleştirileri ve uyarıları onun için bir değer ifade etmez. Getirdikleri emirleri beğenmedikleri için büyüklük taslayarak peygamberlerini yalanlayan ve hatta öldürenler gibi “kalbi perdelidir”, gerçeği göremez Kendisinin her şeyi iyi bildiğinden emin olan, zekâsına hayran bu kendini beğenmiş insan asla hata yapmayacağını, kendisine bir kötülük dokunmayacağını ve elindekilerin bir gün yok olmayacağını zanneder... Malına, makamına, nüfuzuna güvenerek bu nimetlerin geçici birer imtihan vesilesi olduğunu aklına bile getirmez. Bu sevimsiz hâliyle dostlarını da kaybeden kişi, kendisinden yararlanmaya çalışan dalkavukları dostu sanır. Böylece gerçekleri örterek kişinin kendi kurduğu hayal dünyasında yaşamasına neden olduğu için Allah Resûlü kibri şöyle tanımlamıştır: “Kibir, hakikati inkâr etmek ve insanları küçük görmektir.”
İnsana daima kötülüğü ve hayâsızlığı emrettiğinden, “apaçık bir düşman” olarak tanıtılan şeytanın Kur’ân-ı Kerîm’de bahsedilen en belirgin özelliği kibridir. Allah Teâlâ insanı yarattığı zaman meleklerine, ona saygı ile eğilmelerini emretmişti. Bu buyruğa İblis dışında herkes uymuştu. O ise Rabbine karşı gelmiş, Âdem karşısında eğilmekten yüz çevirmiş ve büyüklenmişti. Yüce Allah kendisine, “Sana emrettiğim zaman seni saygı ile eğilmekten ne alıkoydu?” diye sorduğunda şöyle cevap vermişti: “Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın.” Böylece kibir ve gurur, şeytanın Hakk’ın huzurundan kovularak lanetlenmesine neden olmuştu. Şeytanı “şeytan” yapan kibir, tarih boyunca pek çok insanın yoldan çıkmasına sebebiyet vererek Hakk’ı yalanlayanların ve isyancıların ortak özelliği olmuştur. Nitekim kendisine anahtarlarını güçlü bir topluluğun zorlukla taşıyabildiği, eşi benzeri görülmemiş bir servet bahşedilen Kârûn, “Bunlar bana bendeki bilgi (ve beceri) den dolayı verilmiştir.” diyerek kibirlenmişti. Yere göğe sığmayan nefsi Hz. Musa’ya tâbi olmayı hazmedememiş ve sonunda isyanı seçmişti; tıpkı Firavun gibi. Firavun daha da ileri gitmiş ve “Ben sizin en yüce rabbinizim.” diyerek ilâhlık iddiasında bulunmuştu.
Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kişinin cennete giremeyeceğini haber veren Allah Resûlü, “İnsanların kendisi için ayağa kalkmasından hoşlanan kimse cehennemdeki yerine hazırlansın.” buyurmuştur. Böylece kibre giden yolları da yasaklamış; kaplan derisi üzerine oturmak, ipek ve atlastan kıyafetler giymek, altın ve gümüşten mutfak eşyaları kullanmak ve ziynetlerle gösteriş yapmak gibi kibir alâmeti olan davranışlardan da uzak durulmasını istemiştir.
Resûlullah kibrin kötülüğü ve ondan sakınmanın gerekliliği üzerinde o kadar çok durmuştur ki sahâbenin önde gelenleri dahi bu kötü hastalığa yakalanmaktan korkar hâle gelmişlerdir. Nitekim Hz. Peygamber bir gün ashâbını, “Kim elbisesini kibirlenerek yerlerde sürürse Allah kıyamet günü o kimseye (rahmet nazarıyla) bakmaz.” diyerek uyarmıştı. Bunu duyan Hz. Ebû Bekir telaşla, “Ey Allah’ın Resûlü! Eteğimin bir tarafını kaldırmazsam sarkıyor.” diye kendi hâlini açıklama gereği duymuş, Hz. Peygamber de onu şu sözlerle rahatlatmıştı: “Sen bunu kibirlenerek yapan kimselerden değilsin.” Diğer Müslümanlar da aynı hassasiyeti göstermişlerdir. Çünkü insanın her an her hareketinde kendisini başkalarından üstün görme tehlikesi vardır; ibadetlerinde bile.
İnsanlığa Kur’an ahlâkını yaşayarak gösteren Hz. Peygamber onlara tevazuu da yaşayarak öğretmiş, oldukça sade bir yaşam sür müştür. “Âlemlere rahmet” olarak gönderilen bu Elçi, yaşamının hiçbir anında “beşer” olduğunu unutmamış ve Allah tarafından kendisine verilen yüce meziyetlerle kendini büyük görmemiştir. Kendisini canından çok seven ashâbın ona aşırı övgülerde bulunmasını istememiş ve onları bu konuda uyarmıştır: “Hıristiyanların Meryem oğlunu (İsa’yı) övmekte aşırı gittikleri gibi siz de beni övmede aşırılık göstermeyin. Şüphesiz ki ben Allah’ın kuluyum. Onun için bana ‘Allah’ın kulu ve resûlü’ deyin.” Kendisi için ayağa kalkılmasını hoş görmemiş, toplumun en fakir kesimiyle birlikte oturup kalkmış, yemiş içmiş, çocukları dahi selâmından mahrum bırakmamıştır. Bu tutumuyla insanlara örneklik eden Allah Resûlü sık sık insanları kibirden sakındırıp alçakgönüllü olmaya çağırmıştır: “Allah bana, mütevazı olup birbirinize karşı övünmemenizi ve birbirinize karşı haddi aşan davranışlarda bulunmamanızı vahyetti.”
Tevazu sahibi olmak Müslümanlığın gereklerindendir. Ancak her şeyde olduğu gibi tevazuda da aşırıya kaçmamak önemlidir. Zira mümin hem kendisinin hem de Müslüman kardeşinin saygınlığını ve şerefini korumakla memurdur. Müminler kendilerini hakir görenlere karşı kararlı ve asil duruşlarını korumalı, şereflerinin ayaklar altına alınmasına müsaade etmemelidir. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de belirtildiği gibi: “Muhammed, Allah’ın Resûlü’dür. Onunla beraber olanlar, inkârcılara karşı çetin (kararlı ve tavizsiz), birbirlerine karşı da merhametlidirler.”
İslâm’a göre kibir, insana yaraşmaz ve azamet sadece Allah’a yakışan bir sıfattır. O’nun dışındaki her büyüklük geçici ve izafî olup gerçek büyüklük O’na mahsustur; O en yüce olandır. Müslümanlar da her gün ezanlarında, namazlarında ve zikirlerinde, “Allâhü ekber” yani Allah en büyüktür, diyerek O’nu tesbih etmekte ve Rablerinin yüceliğini dillendirmektedirler.
Kaynak: Hadislerle İslam