Mehmet BOZKURT

Tarih: 18.01.2020 10:12

BEREKETLİ TOPRAKLAR

Facebook Twitter Linked-in

Halkalı Şeker tadıyla devam…

Türkiye toplumunun % 80’inin köylerde yaşadığı ilkokul dönemimde hayat cıvıl cıvıldı.

Köylük yerde evcil hayvanlarımızla ortak bir hayatı paylaşırdık.

Yük taşıma, çift ve düven sürme işleri onlara ait olsa da, onları otlaklarda yayıltma, saman ve yemlerini hazırlama ve sağlıklarına bakma işleri bize aitti.

Buğday ve Arpa samanlarına ilave olarak, çayırlardaki taze otlar biçilip kurutulur saman elde edilirdi. Kışın rahat edilecekse, köylünün samanlığı dolu olmalıydı!

Samana karıştırılmak üzere; Arpa, Mısır, Bakla, Yulaf, Burçak ve Mürdük ekilir biçilirdi.

Bunlar hayvanların kış yiyeceğiydi.

Hayvanlarımız bahardan itibaren yazın da meralarda otlardı.

Her yer yemyeşildi.

Onları gütmeye, taş olmayan, bol otlu, ekilip biçilmeyen ve su içebilecekleri yerlere giderdik.

Kaya’nın dibinde mal yayılmazdı!

Pınarlarda bulunan sülükler baş belasıydı. Ne zaman hayvanlarımızı o pınarlardan sulamaya kalksak, içimizi bir endişe kaplardı. “Ya su içerken hayvanın boğazına sülük yapışırsa!” diye. Onun için pınarlar, sık sık sönmemiş kireç atılarak arındırılırdı.

O yıllarda veteriner kelimesi bile yoktu.

Her aile, kendi hayvanının sağlık görevlisiydi.

Bir sinek vardı ki, aman Allah’ım! Hayvanı ısırmaya görsün… Acıdan nasıl koşardı! Haliyle biz de onu çevirmek için arkasından koşardık… Biz bu durumu “Hayvanı böörek tuttu” diyerek ifade ederdik.

Öküzler, inekler, beygir, at ve eşeklerin sırtları kaşağıyla taranırdı. Biriken kılları atmaz, ıslatıp sıkıştırarak top yapardık oynamak için…

Oynadığımız topu da onlara borçluyduk yani…

Ekinler onların gübreleriyle beslenirdi her yıl…  Eve yakın Terslik denilen yerlerde yığın yapılıp biriktirilir ve havalandırıp kurutulurdu güneşte. Ekili tarlalara sadece o gübreler atılırdı.

Kayrak denilen büyük ve düz taşlar üzerine tuz serpip tuz yalatılırdı onlara.

Köylerde her yıl bir kısım tarlalar nadasa bırakılırdı. Diğerleri ekilirdi. Yazları nadasa bırakılan tarlalara hayvanları salardık. Başlarında sadece ufak bir köpek, onlara çobanlık yapardı. Kendi başlarına yayılan (otlanan) hayvanlarımız akşamüzeri yayladaki yerimize başlarında bulunan köpekle beraber gelirler, kendi yerlerini bulurlardı. Başka kişilerin yerlerine yanlışlıkla da olsa gitmezlerdi. Yerlerine yaklaşırken köpek havlayarak, diğerleri de keyifli bir halde meleyip böğürerek yaklaşırlardı bize doğru…

Hepsinin ayrı ayrı isimleri vardı. Örneğin; bizim iki öküzümüzün birinin adı Hasan’dı. Ona Hasan A denirdi. Diğerinin adı ise Ömer’di. Ona da Umar A (Ömer A) derdik. İneğimizin adı Sarıkız, köpeğimizin adı Polis’ti. Çünkü hayvanları ve bizi o korurdu. Her hayvan kendi ismini bilir, kendi ismiyle çağrılırdı. Hangisini ismiyle çağırsak, çağrılan başını kaldırıp bakardı. Ses tonumuzdan azarlandıklarını ve sevildiklerini anlarlardı. Sevindiklerini bakışlarından, kulak ve kuyruk hareketlerinden hemen anlardık. Üzgün ve hasta oldukları bakışlarından belli olurdu.

Dedim ya! Hayatı ortakyaşar, hislerimizi bile paylaşırdık…

Tavuklarımız da öyle… Kedimiz de öyleydi. Bizim evimizde hayvanlar, belki korkutulurdu ama dövülmezdi. Zaten gerek de yoktu. Sözden anlarlardı.

Hayal gibi değil mi!?

Pınarlarda su bol olduğu gibi, dereler de gürül gürül akardı … Hayvanların doyup öğle dinlenmesine yattığı zamanlarda biz de suya girinir (yıkanır) bir güzel temizlenip serinlerdik. Hatta dereden balık tutar, pişirir ve yerdik. Dereler suyu içilebilecek kadar temizdi. Suyun içinde; Kurbağa, Yengeç, Balık bol olurdu. Ayrıca adını bilmediğimiz bir sürü ufak canlılar… Bazı yerlerde zehirsiz su yılanları da bulunurdu.

Bizim olmasa da, Koyun ve Keçi sürüsü olanlar çoktu. Onlar, genelde yaylalardan pek köye gelmezlerdi. Ağılları vardı sürüleri için. Sürüler, Yaz kış meralarda otlaklarda yayıltılırdı.

Korunurlardı Kurt’tan Çakal’dan…

Çobanların kaval sesleri eksik olmazdı oralardan…

Bir de yanık türkü sesleri…

Keçeden yapılma kepenek, yağmurdan ve soğuktan korurdu onları…

Dağ taş insan ve hayvan sesleriyle doluydu…

Her yerde izleri vardı.

Üretirdi hayvanlarıyla birlikte köylüler;

Buğdayı, arpayı, susamı, eti, sütü, yoğurdu, yumurtayı…

Çeşit çeşit elmaları, erikleri, armutları, ayvaları, narları, kirazları, dutları…

İğdeyi, hünnabı …

Patatesi, domatesi, biberi, patlıcanı, acuru ve hıyarı …

Cevizi, bademi…

Üretirlerdi; Karpuzu, kavunu…

Üretirdi köylüler; Buğdayı, arpayı, nohutu, fasulyeyi, baklayı, mısırı, susamı…

Kızılcığı, güreni…

Daha neleri, neleri…

Su değirmenleri, buğday ve un çuvallarıyla dolup taşardı.

Ekmeğe’de muhtaç değildi!

Kendi yapardı fırınında ekmeğini, kendi unundan…

Güğüm güğüm süt,

Gürbeler dolusu tereyağı,

Çekmeler dolusu yoğurt,

Şişeler dolusu susam yağı, çetlemik yağı olurdu evlerimizde….

Bereket fışkırırdı bu topraklardan…

Köylü kendi ihtiyacını kendisi karşılar, fazlasını şehirliye satardı.

Kısaca…

Köylü bu milletin çilekeş efendisiydi!

Yazdıkça bitmez bu bereketli toprakların hikayesi…

Sözü fazla uzatmadan, Sarıkız’ın düğmesini açalım, bakalım ne söyleyecek bize!

 

Gülcihan Koç var mikrofonda…

Hadi dinleyelim birlikte!

https://www.youtube.com/watch?v=m_AMbDgxoqw

 

Kalın sağlıcakla…


Erich Fromm: 23 Mart 1900, Frankfurt – 18 Mart 1980 tarihleri arasında yaşayan, Almanya doğumlu, Amerikalı ünlü bir psikanalist, sosyolog ve filozoftur.


NOT: Yazılarımı aynı zamanda aşağıya bağlantı adresini bırakacağım kişisel blogumda da görüntüleyebilirsiniz:

https://kuzyakabilisimtarihkultur.com/


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —